|
||||
|
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN ANAYASAL BELGELERİNDE DİLLENDİRİLEN HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLERİN BELİRGİNLEŞTİRİLMESİ (1808 – 1875)
Dr. Adil ŞAHİN*
GİRİŞ
“Osmanlı İmparatorluğu’nun anayasal belgelerinde dillendirilen haklar ve özgürlüklerin belirginleştirilmesi” adıyla adlı bu çalışmanın temel amacı, Osmanlı İmparatorluğu’nun haklar ve özgürlüklere ilişkin yaklaşımının, “anayasal” düzlemde tespit edilmesidir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun haklar ve özgürlüklere yönelik tutumunun anayasal düzlemde belirginleştirilmesi amacıyla, ilkin, kavramsal çerçeve açıklanmıştır. İkinci olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu, bu çalışmada incelenecek olan anayasal belgeleri hazırlamaya ve ilan etmeye iten dürtü üzerinde durulmuştur. Yani, bu çalışma bağlamında bizi öncelikle ilgilendiren soru, İmparatorluğun, anayasal belgelerini, hangi amacı gerçekleştirmek için takdim ettiğidir. Nihayet, üçüncü olarak da, Osmanlı İmparatorluğu’nun anayasal düzlemde ilan ettiği anayasal belgelerde dillendirdiği haklar ve özgürlükler sunulmuştur.
Kısaca belirtmek gerekirse, üç kolon üzerinde yükselen bu çalışmanın birinci kolonunda, “anayasa” ve “anayasal belge” kavramı; ikinci kolonunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun anayasal belgeleri olan Senedi İttifak, Gülhane Hatt-ı Hümayunu, Islahat Fermanı ve Adalet Fermanı; üçüncü kolonunda da, anılan anayasal belgelerin içerdiği haklar ve özgürlükler dillendirilmiştir.
I – KAVRAMSAL ÇERÇEVE
A - “ANAYASA” ve “ANAYASAL BELGE” KAVRAMI
Terim olarak anayasa[1], “dar anlamda” ve “geniş anlamda” olmak üzere, iki farklı düzlemde kullanılabilmektedir. Dar anlamda anayasa ile kastedilen, “resmi bir belge olarak anayasa metninin” kendisidir; ve bu anlatım, aynı zamanda, “şekli anlamda anayasa” olarak da algılanmalıdır. Şekli anlamda anayasa; “belli bir ülkede, özel bir yöntemle yürürlüğe konmuş olan ve anayasal düzenin esaslarını, sistematik bir biçimde bir araya getiren anayasa adlı resmi hukuki belge”yi ifade eder. Geniş anlamda anayasa denildiğinde ise anlaşılması gereken, “şekli anlamdaki anayasanın dışında, yazılı olan ve olmayan, bütün anayasal kurallar”dır. Burada, anılan kuralların, hangi hukuki belgede yer aldığına bakılmamakta ve sadece maddi nitelikleri göz önünde bulundurulmaktadır. Sonuçta, maddi anlamda anayasa, “biçimsel konumu ne olursa olsun, devletin temel düzenini ve devlet vatandaş ilişkisinin ilkelerini belirleyen yazılı ve yazılı olmayan kuralların bütünü” olarak ifade edilebilmektedir. Belirtilmelidir ki, şekli anayasada yer almayan bazı haklar ve özgürlükler ile ilgili düzenlemeler de (örnek olsun, anayasallık denetimiyle ilgili mevzuat, seçim hukuku ve parlamento hukuku), maddi anlamda anayasaya dahildir. “Anayasal” kavramı da, anayasa olmamakla birlikte, “anayasa ile ilgili olan metinleri” kimlemek için kullanılmaktadır.
Anayasaların[2], temelde, iki kolonlu bir yapı üzerinde yükseldikleri; bir kolonun, devletin temel yapısı, örgütlenişi ve işleyişi ile ilgili olduğu; öteki kolonun ise, haklar ve özgürlükleri kapsadığı gözlemlenmektedir. Yani, anayasalar, bir yandan, haklar ve özgürlükleri belirlemekte, tanımlamakta ve benimsemekte iken; öte yandan, devletin işleyişinin ana prensiplerinin altını çizmekte ve devlet organlarının birbirleriyle olan ilişkilerini kurala bağlamaktadırlar. Anayasaların, bir yandan devletin işleyişini belirli kurallara bağlaması, öte yandan, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini dillendirmesi, toplumsal hayatın, hukuki bir düzen içinde işlemesinin bir ön koşuludur. Çünkü, anılan durumun sonucu olarak, hem kamusal otoritenin, hem de bireyin, serbestçe davranabileceği alanların sınırları, anayasal düzlemde belirlenmiş olmakta ve en azından teorik olarak, her iki tarafın da (Devlet ve birey) birbirlerinin yetki sahasına tecavüz etmelerinin önüne geçilmesi amaçlanmaktadır. Böylece, haklar ve özgürlüklerin, üstün bir güvenceye (hem, düzenlemelerin önceden bilinebilir olması; hem de, anayasanın üstünlüğü ilkesi açısından) kavuşturulması da gerçekleştirilmiş olmaktadır. Haklar ve özgürlüklerin anayasalarda açıkça dillendirilmesi/belirlenmesi, anayasaların, zaten temel işlevini/amacını da (anayasaların temel amacı; devleti sınırlayan ilkeler koymak, devleti ilke ve kurallarla bağlamaktır[3]) pratiğe yansıtabilmekte olumlu sonuçlar doğuracaktır.
Bir Anayasanın temel amacının[4]; iktidarın işleyişini düzene koymak, keyfi hareketlerini önlemek, yönetilenlerin haklarını korumak ve bireysel özgürlüklere anayasal güvenceler sağlamak olduğu hatırlandığında; varış noktası, “sınırlı devlet[5]”tir. Devletin sınırlandırıldığı, hareket sahasının daraltıldığı ölçüde de, haklar ve özgürlüklerin kullanım alanının genişleyebileceği, hemen söylenebilecek olan bir gerçeği işaret etmektedir.
Kısaca belirtmek gerekirse, anayasanın amacı, devleti hukukla bağlamaktır. Başka bir ifade ile; anayasalardaki temel ilkeler, devlet yönetimine özgü kurallar yanında, daha çok, vatandaşların haklar ve özgürlükleriyle ilgilidir[6]. Bu bakımdan bir devletin anayasası, “vatandaşlarının haklarını ve özgürlüklerini koruyan üstün bir belge” olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta, devlet iktidarını etkin olarak sınırlandıramayan bir hukuki metnin, biçimsel anlamda anayasa olsa bile, fonksiyonel anlamda bir anayasa olarak adlandırılması mümkün gözükmemektedir[7].
Anayasa terimi, ilk kez, 17 Eylül 1787 tarihli Amerika Birleşik Devletleri Anayasasında kullanılmıştır ve o zamandan beri de, devlet yönetimi ile ilgili ana kuralları bir belgede toplamak ve bu belgeye anayasa adını vermek, bir gelenek olmuştur[8].
Kamu hukukunun bir dalı olarak “Anayasa Hukuku[9]” ise; geleneksel olarak, devletin biçimini, ana kuruluşlarının (yasama, yürütme ve yargı) yapısını ve işleyişini, bireylere sağlanan haklar ve özgürlükleri inceler. Devletin temel kuruluşunu, işleyişini ve ülkedeki siyasal yapıyı düzenleyen tüm hukuk kuralları anayasa hukukunun kapsamı içine girer.
Anayasa hukukunun, sosyal bilimlerin pek yaşlı bir kolu olmamakla birlikte; bir İtalyan buluşu olarak (Diritto Constituzionale), ilk kez, 1797’de Ferrara Üniversitesi ders programına girdiği ve Fransa’da bir İtalyan tarafından (Pellegrino Rossi) okutulmaya başlandığı; Droit Constitutionnel adını, 1834 de, Fransa’nın ünlü devlet adamı ve tarihçi Guizot’nun etkisiyle aldığı, III. Napolyon zamanında kürsünün kaldırıldığı, ve fakat, 1878’de yeniden kurulduğu, ders programlarına temelli yerleşmesinin ise, 1889 yılına, yani, Fransız Devrimi’nin yüzüncü yıldönümüne rastladığı dillendirilmiştir[10].
II – OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMİNDE, İMPARATORLUĞUN ANAYASAL BELGELERİNE ÖRNEKLER
Türk Anayasa Hukukuna özgü bir metnin adı olan Senedi İttifak, 17 Şaban 1223 (1808) tarihinde[11] hazırlanmış ve imzalanmıştır. İki kelimeden oluşan bir tamlama olan “Senedi İttifak”ın birinci kelimesi; Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde[12]; birinci anlamıyla, “bir kimsenin, yapmaya veya ödemeye borçlu olduğu şeyi göstermek için imzaladığı resmi kağıt”; ikinci anlamıyla da, “dayanılan veya dayanılacak olan şey” şeklinde açımlanmaktadır. İkinci kelime olan “ittifak” ise; Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde[13] “anlaşma, uyuşma, bağlaşma, oybirliği” şeklinde anlamlandırılmaktadır. Dolayısıyla, Senedi İttifak tamlaması, günümüz Türkçesine, “anlaşma metni” şeklinde uyarlanabilir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya yüz tutan yapısının farkına varan devrin yöneticileri, devleti, yeniden eski gücüne kavuşturmak amacıyla[14] önlem alma, yenilikler yapma peşine düşmüşlerdir. Alınacak önlemler ile İmparatorluğun tekrar kuvvetlendirilmesi, siyasi ve toplumsal birliğinin yeniden sağlanması amaçlanmış; anılan bu hedefin gerçekleştirilebilmesi için benimsenen/tutulan yol ise, “merkezi idarenin güçlendirilmesi” olmuştur. Yani, eğer güçlü bir merkezi idare teşkilatı oluşturulabilirse, İmparatorluğun, bozuk olan ve gittikçe dağılma belirtileri gösteren yapısının/bünyesinin, tekrar canlandırılabileceğine inanılmıştır. Dolayısıyla Senedi İttifak metni/belgesi, Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan “devlet ve toplum eksenli bozulmalara[15] engel olma düşüncesi”yle, ve “merkezi iktidarı kuvvetlendirmek amacıyla[16]” hazırlanmıştır.
Bu noktada karşımıza çıkan olgu, yerel ileri gelenlerin (âyan, hanedan, derebeyi) varlığının, merkezi iktidarın otoritesini tehdit eder[17] bir hal almasıdır. Yerel ileri gelenlerin kendi başına buyruk tavırları, merkezi iktidarı hiçe sayar tutumları devam ettikçe, İmparatorluğun merkezden yönetilmeyeceğine, ve dolayısıyla da, düzenin sağlanamayacağına inanılmıştır. Fakat bu bağlamda öncelikle açıklanmaya mahkum konu, “yerel ileri gelenler”in niteliğidir. İmparatorluğun taşra bölgelerindeki yerel ileri gelenler için; hanedan, ayan, taşra zenginleri, taşra ayanları, yerel beyler, bey ve derebeyi gibi isimler kullanılmıştır[18]. Osmanlı İmparatorluğu’nun yerel ileri gelenleri/ayanlar[19], 14. yüzyıldan beri, padişah emirlerinin taşrada uygulanabilmesi için zorunlu unsurlar durumundaydılar. 1595-1610 yılları arasındaki karışıklıklarda, Osmanlı vergi ve timar sistemi değişikliğe uğrayınca, yerel ileri gelenler/ayanlar, devlet topraklarını kiralayarak timar sahiplerinin yerini aldılar ve zamanla da servetlerini ve nüfuzlarını artırdılar. Oysa İmparatorluk yıkılmak üzere idi ve devletin kurtarılması amacı ile acilen “merkezi idarenin kuvvetlendirilmesi” gerekmekteydi. Buna karşılık yerel ileri gelenlerin pozisyonu, merkezi idarenin kuvvetlendirilmesinin önünde engel teşkil etmekte idi ve yerel ileri gelenlerin/ayanın de desteğinin sağlanması amacıyla, İstanbul’da bir toplantı düzenlendi[20]. Toplantı, 17 Şaban 1223 (1808) tarihinde, Kağıthane Köşkü’nde yapıldı ve merkezi iktidarın yetkilileri ile yerel ileri gelenler/ayanlar arasında Senedi İttifak adı verilen metin imzalandı. Fakat Senedi İttifak, Alemdar Mustafa Paşa’nın ve devlet merkezindeki yerel ileri gelenlerin/ayanın hakimiyetinin ortadan kaldırılması ile (1808) hükümsüz bir vesika haline dönüşmüş ve unutulmuştur[21].
Senedi İttifak, hukuki biçim olarak “Misak[22]” formunda kaleme alınmıştır. Misak[23] ise, Arapça kökenli bir kelime olup, “sözleşme, antlaşma, bağlaşma” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, burada, bizim konumuzla ilgili olan taraf; Senedi İttifak’ın, yerel ileri gelenler/ayanlar ile Padişah arasında yapılmış bir “Misak” (sözleşme) olduğudur.
Doktrinde, Senedi İttifak’ın niteliği konusunda şu görüşler ileri sürülmüştür:
-Senedi İttifak, anayasa değildir ve fakat, anayasa hareketleri içinde önemli bir metindir[24].
-Senedi İttifak, devlet iktidarının denetlenmesi çabasıdır[25].
-Senedi İttifak, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki insan hakları anlayışının ve gelişmesinin bir ifadesidir. Hak ve özgürlükleri korumak için toplumun yaptığı bir belge değildir fakat, hukuk devleti kurma yönünde atılmış önemli bir adımdır[26].
-Senedi İttifak, anayasa değil, anayasal bir belgedir[27].
-Senedi İttifak, ülkemizin tarihinde hak ve özgürlükler düşüncesini geliştirmiştir ve dolayısıyla demokrasi düzenine gidişin ilk çabası olmuştur[28].
-Senedi İttifak, hükümdarı frenleyecek objektif bir hukuk kaidesi değildir[29].
-Senedi İttifak, basit bir anayasa taslağıdır[30].
-Senedi İttifak, ilginç bir anayasal belgedir[31].
-Senedi İttifak, anayasacılık hareketleri bakımından önemli bir belgedir ve, bir yandan Padişahın yetkilerini sınırlayan, diğer yandan yerel ileri gelenlere yetkiler tanıyan düzenlemeler içerir[32].
Öte yandan, Senedi İttifak’ın Türk Hukuk Tarihine katkıları konusunda üzerinde durulan noktalar ise, şunlardır:
-Senedi İttifak ile, padişahın/merkezin/devletin hakları ve iktidarı/otoritesi sınırlanmıştır[33].
-Senedi İttifak ile, II. Mahmut, yerel ileri gelenler karşısında, iktidarının sınırlandırılmasını kabul etmiş olduğundan, anılan düzenleme, “meşruti” yönetimin ilk belgesi olarak nitelendirilebilir[34].
–Senedi İttifak ile, tarihimizde ilk defa, devlet başkanının dokunamayacağı alanların belirginleştirilmesi gerçekleştirilmiştir[35].
–Senedi İttifak, merkez ile çevre arasında bir iktidar paylaşımıdır[36].
–Senedi İttifak ile, yerel ileri gelenler/ayanlar, hukuken tanınmış[37] ve bağımsızlıklarını merkezi otoriteye kabul ettirmişlerdir[38].
Yedi şart ile bir ekten oluşan Senedi İttifak metni[39], bir bütün olarak düşünüldüğünde, hemen karşımıza çıkan olgu, anılan belgenin, “din ve devletin yeniden canlandırılması” amacına yönelik olarak hazırlanmış olduğudur. Bu amaç, anılan metnin ek kısmının ilk ifadesinde de açıkça dillendirilmiştir. Sonra, Senedi İttifak’ın ilk beş maddesinde ısrarla üzerinde durulan konu da, yine, “Padişahın (madde 1), Padişahın egemenliğinin (madde 1), saltanatın (madde 1), devletin (madde 2), hazine ve devlet gelirlerinin (madde 3), Padişahın emirlerinin ve yasaklarının (madde 4), Padişahın ve egemenliğinin (madde 5) korunmasının gerekliliği ve bu konuda söz verildiğidir. Bir başka söyleyişle, “Senedi İttifak metninin büyük bölümü, devletin ve hükümdarın korunmasına” özgülenmiştir. Fakat anılan belge, yine de, haklar ve özgürlüklere ilişkin yaklaşımlar da içermektedir.
B- GÜLHANE HATT-I HÜMAYUNU (26 ŞABAN 1255 - 3 KASIM 1839)
Osmanlı İmparatorluğu’nun bozulmaya yüz tutan yapısının, tekrar eski günlerine kavuşturulabilmesi amacıyla, anayasal düzlemde, ikinci kez başvurulan çözüm yolu, 1839 tarihli, “Gülhane Hatt-ı Hümayunu”dur[40]. 19.Yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu’nda, yapılması düşünülen yeniliklerin niteliği açısından iki farklı düşünce yapısı belirmiştir[41]. Bu iki farklı düşünce yapısı, beraberinde iki farklı taraftar kitlesini de oluşturmakta gecikmemiştir. Anılan iki taraftar kitlesinden birincisi, mevcut durumun sürdürülmesine taraftar olanlardır. Bunlar, Hüsrev Paşa zümresi olarak anılmaktadırlar. İkincisi taraftar kitlesi ise, ülkede, sosyal, siyasal ve hukuki yönden, radikal bazı yeniliklerin yapılmasının, İmparatorluğun yeni bir düzene bağlanmasının, bireylerin tümüne bazı hakların tanınmasının zorunluluğuna inanan ve Batı’nın demokratik ve liberal/özgürlükçü görüşleriyle yakından temas imkanı bulan Koca Mustafa Reşit Paşa[42] zümresidir. Reşit Paşa’nın yapmayı planladığı yenilikler ile peşinde olduğu amaç, “devleti kurtarmak”tır[43]. Bu amaca hizmet etmeye yönelik olarak Gülhane Hatt-ı Hümayunu, 3 Kasım 1839 (26 Şaban 1255) tarihinde ilan edilmiştir. Gülhane Hattında devletin emniyeti, askere; asker, paraya; para da, “reaya için adil bir idare kurulmasına” bağlı görülmüştür. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda, “devletin kurtarılması” bütün yeniliklerin temel hedefi olarak görülmüştür. Bu noktada Gülhane Hatt-ı Hümayunu, şüphesiz ki, “Doğu’nun gelenekçi devlet anlayışı”nı hatırlatır durumdadır. “Doğu’lu devlet görüşü[44]” ise, devletin gayesini, hükümdarın kudret ve otoritesi olarak kavramaktadır. Reşit Paşa’nın devleti kurtarmak amacı ile giriştiği yeniliklerde benimsediği yöntem, “bürokratik merkeziyetçilik”tir[45]. Yani Reşit Paşa, devleti kurtarmanın yolunun, güçlü bir memur sınıfının varlığından geçtiğine inanmaktadır. Bir başka söyleyişle, Osmanlı İmparatorluğu, güçlü bir otorite ile donatılmış olan bürokrasiden yoksun kalırsa, kadim amaç olan “devletin kurtarılması”, asla gerçekleştirilemeyecektir. Bu bağlamda, Reşit Paşa’ya göre öncelikle yapılması gereken, otoritenin bürokrasiye devredilmesi ve bürokrasinin, ülke yönetimine hakim olabilmesi için gerekli girişimlerin bir an önce gerçekleştirilmesidir.
Reşit Paşa, planladığı yenilikler ile, mevcut siyasal sistemin ıslahının ve ülkede hüküm süren anarşinin geri plana itilmesinin tez zamanda başarabileceğine inanmaktaydı. Bireylerin hepsine adalet sağlayacak liberal/özgürlükçü bir statü, aynı zamanda, İmparatorluğun yeni bir siyasal ve hukuki düzene kavuşturulmasıyla olanaklar dahilinde olabilecekti. Sonuçta, Reşit Paşa, Padişah Abdülmecit nezdindeki girişimlerinden de başarılı çıkmış[46] ve 3 Kasım 1839 (26 Şaban 1255) tarihinde Gülhane Hatt-ı Hümayunu ilan edilmiştir. Fakat, vurgulanmalıdır ki, 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun hükümleri (sosyal, siyasal ve hukuki yapıda esaslı değişikliğin yapılamaması; Müslüman olmayan fertlerin durumlarının, istenildiği şekilde düzeltilememesi; yabancı devletlerin yaptığı baskıların, Osmanlı Devletini yeniden güç duruma sokması; Müslüman olan ve olmayan fertler arasında sağlanması taahhüt edilen eşitliğin gerçekleştirilememesi ve 1853 tarihli Osmanlı-Rus savaşı yüzünden) uygulamaya yansıtılamamış[47]; gerek Abdülmecit’in, gerekse Reşit Paşa’nın girişimlerinden, pratikte, sonuç alınamamıştır.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu, Padişah’ın doğrudan doğruya çıkardığı bir “Ferman” şeklinde ilan edilmiştir[48]. Tek taraflı bir işlem olan Gülhane Hatt-ı Hümayunu, kendi kendini sınırlama anlayışına örnek teşkil etmekte; yaptırımını ise, Padişahın, Ferman’daki esaslara uyacağını beyanla, yemin etmesi anlayışı oluşturmaktadır[49]. Gülhane Hatt-ı ile, Padişah’ın kendi kendisini sınırlaması[50], bizzat kendisinin kanunlara uyacağını vaat etmesi, “Hukuk Devleti” kavramını çağrıştırmaktadır[51].
Gülhane Hatt-ı Hümayununda, devlet yönetimiyle ilgili yaklaşım, temelde, “iktidarın kendi kendisini sınırlaması”dır. Anılan bu sınırlama, “yasa üstünlüğü” veya “yasaya saygı” ilkeleriyle açıklanabilir. Yasaların, onu yapanları ve uygulayanları da bağlaması; kamusal yaşamın yeni yasalarla düzenlenmesi ve keyfi işlemlerin dışlanması; yasalara uymayan görevlilerin yasalar çerçevesinde cezalandırılabilmesi; herkesin yasa önünde eşitliğini sağlayacak düzenlemeler olarak göze çarpmaktadır[52]. Öte yandan, Padişah, belgeyi tek taraflı olarak ilan ettiğinden, istediği zaman değiştirme hakkını da, kendinde saklı tutmaktadır[53].
Abadan, Gülhane Hattı’nı, “mahiyeti bakımından, Avrupa devletler hukukunda charte/charter/carta adıyla adlandırılan vesikalar” grubuna sokmaktadır[54]. Berkes ise, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu; “bir anayasa, hatta bir kanun değildir. Avrupa’da, hükümdarların, kendi yetkeleriyle, halkın hakları arasındaki ilişkilerde değişiklikler yapılacağını vaat eden charte (senet, Latince carta) türünden bir belge” olarak tanımlamakta; “buna dayanılarak, ya bir yazılı anayasa yapılması yoluna gidildiğini, ya da, bir dizi yeni kanun hazırlandığını” belirtmekte; Tanzimat’la seçilen yönün, ikincisi olduğunun altını çizmektedir[55]. Kapani ise, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun, “anayasa ve yasa olmadığını; bir “Berat”, bir Charte olduğunu” dillendirmektedir[56]. Erdoğan’a göre; Gülhane Hatt-ı’nın, “bir anayasa olmadığı açıktır. Daha ziyade, bir oto-limitasyon belgesidir. Yani, Padişah’ın, otoritesini, kendi tek taraflı iradesiyle sınırlama belgesidir[57]”. Gözler, Gülhane Hatt-ı’nın, “anayasa değil; anayasal belge” olduğunun altını çizmektedir. Hukuki biçimiyle, “Senedi İttifak gibi, iki yanlı bir işlem, yani bir Misak değil; tek yanlı bir işlem, yani bir Ferman”dır[58].
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun önemi, doktrinde, şu şekilde belirlenmiştir:
-Gülhane Hatt-ı’nda; can, mal ve ırz güvenliği, vergi ve askerlik işlerinin adaletle görülmesi, kanunsuz suç ve ceza olmazlık ve yargılamasız kimseye ceza verilememesi ilkelerinin bulunması, anılan fermana, bir “temel haklar fermanı” niteliğini vermektedir. Ama bunu anayasa ile karıştırmamak gerekir. Ferman biçiminde ilan edilenleri de olsa, anayasa, bir devletin temel kuruluşunu ve devlet organlarının birbirleriyle olan ilişkilerini ve çalışmalarını gösteren ana hukuk belgesidir. Gülhane Hatt-ı’nda böyle bir özellik bulunmamakla birlikte, modern anayasalardaki en temel ilkeleri (yani can, ırz, mal güvenliğini) de taşımaktadır. Gerçekten, bir hukuk devletine gidişin ilk ve temel adımları bu fermanla atılmış ve ilerideki anayasanın hazırlayıcısı bu ilkeler olmuştur.[59]
-Gülhane Hatt-ı Hümayunu, Osmanlı İmparatorluğu’nda, insan haklarının tanınması yolunda, ilk önemli adımdır[60].
-Gülhane Hatt-ı Hümayunu, gelenekçi kalıplar altında, Şeriata ve gelenekçi devlet anlayışına saygı göstermekle beraber; kanun ve devlet telakkisinde ve idare prensiplerinde modern kavramlar getirmekte; belirli pratik gayelerle, idareyi yeni baştan düzenleme amacını gütmekte, ve dolayısıyla, gelişerek, modern Türk tarihinin ana gelişme istikametleri halini almakta; Türkiye’de, anayasa rejimi, laikleşme akımları gibi devrimci akımların kaynağı olmaktadır[61].
-Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile Hükümdar, kendi iradesinin sınırlanmasını kabul ediyor; can, mal ve namus korunurluğunu, iradesinin dışında, kanunların yargılarına bırakıyor; hükümet yönetiminin, kendi iradesine göre değil, mevadd-ı esasiye (temel ilkeler) olarak nitelendirilen ölçülerle yapılacak kanunlara göre olacağının altını çiziyor; ve fakat, bunlara, yazılı bir senette, ilk defa yer veriliyordu. Dolayısıyla Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun önemi, hükümdarla hükümet arasında ilan edilmiş, kamuya açıklanmış bir sözleşme olmasındadır. Gülhane Hatt-ı Hümayunu, Padişahın kendi kendisini sınırlaması açısından, ayrıca, “yasa üstünlüğü” ya da “yasaya saygı” ilkesini içermekte; yapılacak yeni yasalarla düzenlenecek devlet yönetiminde, yasalar, yapanları ve uygulayanları bağlayıcı nitelikte olmakta; ve dolayısıyla, “yasal yönetime” geçişin izlerini taşımaktadır[62]. Demek ki, yasama gücü ile yürütme gücü arasında bir ayrım yapılmaya başlıyor gibidir[63].
-Gülhane Hatt-ı ile, Osmanlı devlet düzeninde, ilk defa olarak, bir padişahın, kendi iradesiyle, kendi yetkilerini ve iktidarını sınırladığını görüyoruz. Anılan durum, kendi kendini sınırlama, özellikle kişi hakları ile yargı ilkeleri alanında belirgindir[64].
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun metni[65], altı maddeden oluşmaktadır. Anılan belgede, öncelikle, böyle bir Ferman’a neden gerek duyulduğu üzerinde durulmuştur. Sonra, bu ihtiyacın, “150 yıldan beri Şeriatı uygulamayan Osmanlı İmparatorluğu’nun içine düştüğü kuvvetsiz durum”a bir çare bulmak kaygısından kaynaklandığı dillendirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun tekrar eski kuvvetli günlerine kavuşturulabilmesi için (Ferman’da bu amaç, “memleketi kalkındırmak ve halkı refaha kavuşturmak” şeklinde ifade edilmiştir) bulunan çare de, “Devletin ve memleketin idaresi için yeni kanunların hazırlanmasının” gerekli olduğudur. Burada önemli olan nokta, yeni kanunların gerekliliğinin vurgulanması ile, aslında, Osmanlı İmparatorluğu’nda yenileşme hareketlerinin ilk esaslı başlangıcının işaretlerinin görünür olmasıdır[66]. Şayet, yeni bazı kanunlar hazırlanır ve uygulamaya konulursa, Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu acziyet durumu geri plana itilebilecek ve kadim amaç (“devlet kurtarmak”) gerçekleştirilebilecektir. Tabi bu noktada önemli olan, yeni kanunların içeriğinin ne yönde olacağıdır. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda, anılan kanunların ilgili olduğu alanların; can emniyeti[67], ırz ve namusun korunması[68], mülkiyetin korunması, verginin tayini ve askerlik yükümlülüğü olduğu gözlemlenmektedir. Can emniyetinin, ırz ve namus emniyetinin ve mal emniyetinin güvencede olduğunu düşünmeyen insanların, anılan bu alanlardaki güvenliklerini sağlama yönündeki gayretleri, ilgili kişilerin, devlete ve millete karşı olan görevlerini yerine getirmelerine engel olur. Dolayısıyla bu durum, devletin zayıflamasına, otoritesini kaybetmesine yol açar. Oysa, herkesin; can emniyeti ile ırz ve namus emniyeti ve mal emniyeti sağlanmalıdır ki, devlet kuvvetli olabilsin ve varlığını sonsuza kadar devam ettirebilsin. Yani, gayet rahatlıkla görülebildiği ve tespit edilebildiği üzere, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda vurgulanan özgürlük alanlarının temel düzenleniş nedeni, “devletin varlığının ve kuvvetinin pekiştirilmesi” amacıyladır. Yoksa, doğrudan doğruya, fertlerin serbest bir hareket alanına kavuşturulması niyeti yoktur. Anılan bu niyet, sadece ve sadece, planlanan amacın sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda, devletin, ülkesini koruyabilmek için vergi almasının gerekliliği üzerinde durulmuş ve vergilerin, artık; “herkesin, emlakine ve kudretine uygun olarak belirleneceği; kimseden, fazla bir şey alınmayacağı; devletin masraflarının kanunlar ile sınırlandırılacağı ve masrafların da ona göre karşılanacağı” dillendirilmiştir[69]. Burada önemli olan nokta, vergide kanunilik prensibinin altının çizilmiş olmasıdır. (Madde 1)
Osmanlı İmparatorluğu’nda, askerlik yükümlülüğü ile ilgili olarak Gülhane Hatt-ı Hümayunu vasıtasıyla getirilen yenilikler, özellikle, askerlik süresinin kısaltılması ile ilgilidir. “Memleketin korunabilmesi için, asker vermenin, ahalinin boynunun borcu” olarak belirlendiği Ferman’da, artık; “askerliğin süresinin dört beş yıl olarak sınırlandırılacağının ve sıra ile askerlik yapılacağının” altı çizilmiş; “bölgelerden, nüfusuna göre ve gerektiği zaman asker isteneceği” belirlenmiştir[70]. (Madde 1)
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda belirlenen ve çıkarılması gereken kanunlar olmazsa, devletin kuvvetlenmesinin ve kalkınmasının gerçekleşemeyeceği belirlendikten sonra; “suçluların davalarının, artık, şer’i kanunlara göre, herkesin önünde incelenip hüküm verileceğine; bu yapılmadıkça, hiç kimse hakkında gizli veya açık, idam ve zehirleme gibi işlemler yapılmayacağına; hiç kimsenin, başkasının ırz ve namusuna el uzatamayacağına; herkesin, mal ve mülküne tam bir serbestlik ile malik ve mutasarrıf olacağına ve kimsenin, kimsenin işine karışamayacağına” vurgu yapılmıştır. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda, yine, altı çizilen diğer önemli ilkeler ise, şunlardır: “Birisi suç işlerse, onun mirasçıları, onun suçu ile suçlandırılamayacağından, suçlunun malının devlet tarafından müsaderesi ile mirasçılar, haklarından mahrum bırakılmayacaktır”. (Madde 2)
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda vurgu yapılan özgürlük alanları ile, “tebaamızdan olan Müslümanların ve diğer Milletlerin (dini cemaatler) bu müsaadelerden faydalanmaları için, bütün memleket halkına garanti verilmiştir” denilerek; özellikle gayrimüslim vatandaşlara dikkat çekilmiştir. (Madde 3)
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda, “Meclis-i Ahkam-ı Adliye üyelerinin gerektiği kadar çoğaltılarak, vekillerin ve devlet ileri gelenlerinin belirli günlerde orada toplanacağının; herkesin, düşüncelerini, hiç çekinmeden, serbestçe söyleyebileceğinin” altı, önemle çizilmiştir. Yani, vekiller ve devlet ileri gelenleri, can emniyeti, mal emniyeti ve vergilerin tayini hususlarına dair gereken kanunları, serbestçe karara bağlayabileceklerdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, anılan madde hükmü ile, ifade özgürlüğüne vurgu yapılmış olduğudur. Fakat burada belirlenen ifade özgürlüğünden, sadece, vekiller ve devlet ileri gelenleri, kanun yapımı faaliyeti esnasında faydalanabileceklerdir. Bu durum da, yasama meclislerindeki parlamenter muafiyetleri anımsatmaktadır. (Madde 4)
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda, yeni çıkarılacak kanunlar ile amacın; “din, devlet, mülk ve milletin kalkındırılması” olduğu açıkça dillendirilmiştir. Anılan kanunların uygulanmasında hiç kimseye ayrıcalık tanınmayacağı, Padişah’ın bile hiçbir istisnadan yararlanmayacağı özenle vurgulanarak; “kanun önünde eşitlik” ilkesine dikkat çekilmiştir. Öte yandan belirtilmelidir ki, çıkarılacak olan kanunlar, mutlaka, “Şeriata uygun olarak” düzenlenmiş olacaklardır. (Madde 5)
C – ISLAHAT FERMANI (18 ŞUBAT 1856)
Islahat Fermanı[71], 18 Şubat 1856 tarihinde, Padişah Abdülmecit tarafından yayınlanmıştır. Rusya’nın, 1841’den beri Osmanlı İmparatorluğu ile sorunlu bir ilişkiler yumağı içinde olması ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ortodoksların koruyuculuğuna soyunması üzerine; Fransa ve İngiltere’ye güvenen Osmanlı devleti, anılan bu iki Batı’lı devletin ve Avusturya’nın da önerisi üzerine, Islahat Fermanı’nı ilan etmiştir.
1856 tarihli Islahat Fermanı, 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda da olduğu üzere; toplumsal tabakadan kaynaklanan bir tepki, bir direnme sonunda ortaya çıkan bir belge değildir[72]. Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayanlar, bu fermanlarda öne sürülen hakların kendilerine tanınması için, herhangi bir mücadele örneği sergilememişlerdir. Aksine, bu fermanlar, doğrudan devletin başında bulunan hükümdarın istemi ile ortaya çıkmışlardır. Anılan fermanların ilan ediliş nedeni de; İmparatorluğun içinde bulunduğu iç sarsıntıların sona erdirilmesi amacı ile; İmparatorluk üzerindeki dış baskıları bertaraf etme kaygısıdır. Bu dış baskılar, özellikle, Müslüman olmayan halkların, haklarının korunması konusunda kendisini göstermiştir.
Islahat Fermanı, kendisinden bekleneni verememiştir. 1856 Fermanı ile üzerinde durulan konu “eşitlik”ti fakat; Müslüman ve Müslüman olmayanların eşitliği, haklar ve özgürlükler alanında gerçek bir çözüm getiremezdi[73] ve getirememiştir de. Islahat Fermanı’nda (İslam kamu hukuku ilkelerine bir ölçüde ters düşse bile), Müslüman olmayanların, Müslümanlar ile eşit olarak algılanması, hukuk devleti için zorunlu bir ilke olarak kabul edilebilecek iken; Müslüman olmayanlar ile yabancılara tanınan ayrıcalıklar, hukuk birliğini sarsıcı ve yıkıcı nitelik[74] arzetmiştir. Osmanlı sarayındaki israfın artarak devam etmesi, halk kesimlerinin sosyal ve ekonomik durumlarının bozukluğunun daha da kötü bir duruma ulaşması ve bu gibi olayların önüne geçilememesinin sonucunda, halk arasındaki hoşnutsuzluk artmıştır. Öte yandan, 1856 tarihli Ferman, Müslüman ulemayı memnun etmediği gibi; kilise ruhanilerini de sevindirmemiştir[75]. Çünkü, anılan Ferman ile, kilise görevlilerinin, millet denilen cemaatler üzerindeki yetkileri ve çıkarları kısıtlanıyordu. Millet meclislerine halktan temsilcilerin de girebilecek olması sonucunda, Osmanlı hükümetine sadık kimselerin, anılan bu meclislere sızması ve içerden haber alması kaçınılmaz olduğundan bu durum istenmiyordu.
Islahat Fermanı da, önceki Gülhane Hatt-ı Hümayunu gibi, “Ferman” niteliğindedir ve bir anayasa değildir. Sözü edilen Ferman, özellikle Müslüman olmayan tebaanın haklarını artırmak ve korumak düşüncesiyle ilan edilmiştir[76].
III – OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA, ANAYASAL BELGELERDE DİLLENDİRİLEN HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLERİN BELİRGİNLEŞTİRİLMESİ
A – SENEDİ İTTİFAK[77] (17 ŞABAN 1223—7 EKİM 1808)
Senedi İttifak metninde, haklar ve özgürlükler ile ilgili olan ifadeler, şunlardır:
-Her kim fukaraya zulüm ederse, cezalandırılmasına çalışılacaktır (madde 5). -Fukara ve reayanın korunması esastır (madde 7).
-Fukara ve reayanın vergi yükümlülüğünde itidale uyulması (madde 7).
-Zulüm yapılmaması (madde 7).
Sözü edilen ve özgürlüklere ilişkin yaklaşımları çağrıştıran bu yaklaşımların, şu şekilde ifadesi de mümkündür:
İşkence yasağı ekseninde: Her kim fukaraya zulüm ederse, cezalandırılmasına çalışılacaktır (madde 5); zulüm yapılmaması (madde 7).
Kişi özgürlüğü ve güvenliği ekseninde: Fukara ve reayanın korunması esastır (madde 7).
Vergide ölçülülük ilkesi ekseninde: Fukara ve reayanın vergilerinde itidal ilkesine uyulması (madde 7).
B – GÜLHANE HATT-I HÜMAYUNU[78] (26 ŞABAN 1255—3 KASIM 1839)
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda yer verilen haklar ve özgürlükler şunlardır:
-Can emniyeti,
-Irzın korunması,
-Namusun korunması,
-Malın korunması,
-Verginin tayini,
-Askerlik yükümlülüğünün celp şekli ve süresinin belirli olması,
-Memleket halkından her ferdin, emlakine ve kudretine uygun bir vergi ödemesi ve kimseden fazladan bir şey alınmaması,
-Vatanın korunması için, asker vermenin, halkın ödevi olduğu; dört veya beş yıl ile sınırlı askerlik süresi,
-Davaların, Şeriat kanunlarına göre, aleni olarak görülmesi ve bu şekilde hüküm verilmesi; aksi durumlarda, hiç kimse için, açık veya gizli idam ve zehirleme uygulanmaması,
-Hiç kimse tarafından, diğerinin ırz ve namusuna, saldırı yapılmaması,
-Herkesin, mal ve mülküne, tam bir özgürlük içinde sahip olması ve onları istediği gibi kullanabilmesi ile mala yönelik bir müdahalenin olmaması,
-Firardaki birinin suçu dolayısıyla, varislerinin töhmet ve kabahat altında bırakılmaması; varislerinin mallarına el konulmaması,
-Tebaadan olan Müslim-Gayri Müslim diğer milletlerin de, bu müsaadelerden (can, ırz, namus ve mal), istisnasız/ayrımcılık yapılmadan yararlandırılması,
-Meclis-i Ahkam-ı Adliye’de, üyelerin, düşüncelerini, serbestçe söyleyebilmeleri ve can emniyeti, mel emniyeti ve vergi tayini konularına dair kanunlar yapabilmeleri,
-Ulema veya vüzeradan, velhasıl kim olursa olsun, Şeriat Kanunlarına aykırı hareket edenlerin, kabahatlerine göre, layık oldukları cezaya çarptırılmalarında hiçbir rütbeye ve hatır ve gönüle bakılmayarak uygulanabilmesi için gerekli ceza kanunlarının yapılması.
Sözü edilen bu haklar ve özgürlüklerin, şu şekilde ifadesi de mümkündür:
Yaşam hakkı ekseninde: Can emniyeti. (Tabi bu noktada özenle belirtilmelidir ki; sözü edilen bu belgede “idam cezası” benimsenmektedir. Çünkü, “suçlunun, Şeriat kanunlarına göre, herkesin önünde incelenmek ve hüküm verilmek suretiyle, İDAM EDİLEBİLECEĞİ VEYA ZEHİRLENEBİLECEĞİ dillendirilmiştir.)
Kişi dokunulmazlığı: Irz ve namusun korunması; hiç kimsenin, başkasının ırz ve namusuna el uzatmaması; kimsenin, diğer bir kimsenin işine karışmaması.
Mülkiyet hakkı ekseninde: Malın korunması; herkesin, mal ve mülküne, tam bir özgürlük içinde sahip olması ve onları kullanabilmesi; mala yönelik bir müdahalenin olmaması.
Askerlik yükümlülüğü ekseninde: Askerlik yükümlülüğünün celp şekli ve süresinin belirli olması; vatanın korunması için, asker vermenin, halkın ödevi olduğu; dört ya da beş yıl ile sınırlı askerlik süresi.
Vergide ölçülülük ilkesi ekseninde: Herkesin, emlakine ve kudretine uygun bir vergi ödemesi.
Adil ve usulüne uygun yargılanma hakkı ekseninde aleni yargılanma ilkesi ile ilgili olarak: Davaların, Şeriat Kanunlarına göre, aleni olarak görülmesi ve bu şekilde hüküm verilmesi.
Suçta ve Cezalandırmada kişisellik ilkesi ekseninde: Suç işleyen kişinin mirasçılarının, onun suçu ile suçlandırılmaması.
Zoralım yasağı ekseninde: Suçlunun malının, devlet tarafından müsaderesi ile, mirasçıların, haklarından, mahrum bırakılmaması.
Ayrımcılık yasağı ekseninde: Tebaadan olan, Müslim-Gayri Müslim diğer milletlerin (dini cemaatlerin) de; can, ırz, namus ve mal müsaadelerinden, istisnasız faydalanabilmeleri.
İfade özgürlüğü ekseninde: Meclis-i Ahkam-ı Adliye’de, üyelerin, düşüncelerini serbestçe söyleyebilmeleri.
Eşitlik ilkesi ekseninde: Ulema veya vüzeradan, velhasıl kim olursa olsun, Şeriat Kanunlarına aykırı hareket edenlerin, kabahatlerine göre, layık oldukları cezaya çarptırılmalarında hiçbir rütbeye ve hatır ve gönüle bakılmayarak uygulanabilmesi için gerekli ceza kanunlarının yapılması.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile iktidar; uyruklar arasında bir ayrım yapmadan, haklarına ve özgürlüklerine dokunmayacağını; egemenliğin kullanılmasında kanuna uyacağını vaat etmektedir (oysa, Senedi İttifak’ta, sadece, Anadolu ve Rumeli ayanının can ve mülküne dokunulmayacağı ilkesi vardı). Devlet Başkanının kanunlara saygı göstermesi ilkesi, birey hak ve özgürlüklerinin iktidarca dokunulmazlığı, uyruklar arasında eşitliğin bulunması fikirleri, pozitif hukuk kaideleri olarak görülmektedir. Böylece, Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile, hukuk devleti kavramının gerçekleşmesine doğru büyük bir adım atılmış olmaktadır[79].
C–ISLAHAT FERMANI[80] (11 CEMAZİYÜLAHİR 1272—28 ŞUBAT 1856)
Islahat Fermanı[81]nda dillendirilen haklar ve özgürlükler:
-Bütün halk tabakalarının eşitliği
-Her din ve mezhepten olan bütün tebaanın, istisnasız;
-Can emniyeti
-Mal emniyeti
-Namusun korunması
-Hıristiyan ve diğer gayrimüslim cemaatlerin tüm ayrıcalıklarının ve dini muafiyetlerinin tanınması
-Bir mezhebe tabi olanların, o mezhebin uygulamalarını tam bir serbestlik içinde yapabilmeleri için, gerekli olan tedbirlerin alınması
-Mezhep, lisan ve cinsiyet bakımından tebaadan herhangi bir sınıfın, diğer sınıftan aşağı tutulmaması için gerekli tedbirlerin alınması
-Memurlardan kaynaklanan ar olacak veya namusa dokunacak her türlü tanım ve nitelendirmelerin kanun ile yasaklanması
-Her din ve mezhebin, ayin/tören serbestisi
-Tebaadan hiç kimsenin, bulunduğu dinin ayinini uygulamasının men edilmemesi ve bundan dolayı da eziyet/aşırı güçlük ve sıkıntı/cefa görmemesi
-Din değiştirme için zorlama yapılmaması
-Tebaadaki herkesin, herhangi milletten olursa olsun, devletin hizmet ve memuriyetlerine kabul edilmeleri(nde, ehliyet ve kabiliyetin dikkate alınması)
-Gerekli imtihanları geçenlerin, herhangi bir fark olmadan askeri ve mülki mekteplere kabulü
-Her bir cemaatin eğitim ve sanayiye dair mektepler açabilmesi
-Mahkemelerde yargılamanın aleni yapılması
-Hukuk-ı İnsaniyyeyi, adaletli bir hukuk ile uygulayabilmek için, hapishane şartlarının ıslah edilmesi
-Her halükarda, hapishanelerde, gerekli olanlara aykırı olan uygulamalardan başka, cismani/bedensel cezalandırma ve eziyet ve işkenceye yönelik bütün uygulamalar toptan lağvedilmiştir/hükümsüz kılınmıştır. Buna aykırı hareket edenler, şiddetli bir ceza ile cezalandırılacaktır. Bunun icrasını emreden memur ile uygulayan memurun, Ceza Kanunu uyarınca cezalandırılması
-Vergide eşitlik
-Emlak tasarrufu ve akar maddeleri hakkında olan kanunların uygulamasında, tebaa arasında eşitlik ilkesinin gözetilmesi
-Ecnebilerin/yabancıların emlak tasarrufu müsaadesi
-Meclis-i Vala üyelerinin, gerek adi ve gerekse olağanüstü toplantılarda, oy ve düşüncelerini doğruca açıklamaları ve ifade etmeleri ve bundan dolayı asla rencide edilmemeleri
-İfsad/düzeni bozma/karışıklık çıkarma/kargaşalık, irtikap/rüşvet alma ve itisafa dair kanunların hükümlerinin, bütün tebaa hakkında, herhangi bir sınıfta ve ne tür memuriyette bulunurlarsa bulunsunlar, usulünce uygulanması
Sözü edilen bu haklar ve özgürlüklerin, şu şekilde ifadesi de mümkündür:
Eşitlik ilkesi ekseninde: Bütün halk tabakalarının eşitliği; vergide eşitlik
Yaşam hakkı ekseninde: Can emniyeti
Mülkiyet hakkı ekseninde: Mal emniyeti; ecnebilerin/yabancıların emlak tasarrufu müsaadesi
Kişi dokunulmazlığı ekseninde: Namusun korunması
İnanç Özgürlüğü ekseninde: Hıristiyan ve diğer gayrimüslim cemaatlerin tüm ayrıcalıklarının ve dini muafiyetlerinin tanınması; bir mezhebe tabi olanların, o mezhebin uygulamalarını tam bir serbestlik içinde yapabilmeleri için, gerekli olan tedbirlerin alınması; Her din ve mezhebin, ayin/tören serbestisi; tebaadan hiç kimsenin, bulunduğu dinin ayinini uygulamasının men edilmemesi ve bundan dolayı da eziyet/aşırı güçlük ve sıkıntı/cefa görmemesi; din değiştirme için zorlama yapılmaması
Ayrımcılık Yasağı ekseninde: Mezhep, lisan ve cinsiyet bakımından tebaadan herhangi bir sınıfın, diğer sınıftan aşağı tutulmaması için gerekli tedbirlerin alınması; memurlardan kaynaklanan ar olacak veya namusa dokunacak her türlü tanım ve nitelendirmelerin kanun ile yasaklanması
Kamu Hizmetlerine Girmede Eşitlik: Tebaadaki herkesin, herhangi milletten olursa olsun, devletin hizmet ve memuriyetlerine kabul edilmeleri(nde, ehliyet ve kabiliyetin dikkate alınması)
Eğitim Hakkı ekseninde: Gerekli imtihanları geçenlerin, herhangi bir fark olmadan askeri ve mülki mekteplere kabulü; her bir cemaatin eğitim ve sanayiye dair mektepler açabilmesi
Adil ve Usulüne uygun yargılanma hakkı ekseninde: Mahkemelerde yargılamanın aleni yapılması
İşkence Yasağı ekseninde: Hukuk-ı İnsaniyyeyi, adaletli bir hukuk ile uygulayabilmek için, hapishane şartlarının ıslah edilmesi; her halükarda, hapishanelerde, gerekli olanlara aykırı olan uygulamalardan başka, cismani/bedensel cezalandırma ve eziyet ve işkenceye yönelik bütün uygulamalar toptan lağvedilmiştir/hükümsüz kılınmıştır. Buna aykırı hareket edenler, şiddetli bir ceza ile cezalandırılacaktır. Bunun icrasını emreden memur ile uygulayan memurun, Ceza Kanunu uyarınca cezalandırılması.
Vergide eşitlik ilkesi ekseninde: Vergide eşitlik
Kanun Önünde Eşitlik ilkesi ekseninde: Emlak tasarrufu ve akar maddeleri hakkında olan kanunların uygulamasında, tebaa arasında eşitlik ilkesinin gözetilmesi; ifsad/düzeni bozma/karışıklık çıkarma/kargaşalık, irtikap/rüşvet alma ve itisafa dair kanunların hükümlerinin, bütün tebaa hakkında, herhangi bir sınıfta ve ne tür memuriyette bulunurlarsa bulunsunlar, usulünce uygulanması
İfade Özgürlüğü ekseninde: Meclis-i Vala üyelerinin, gerek adi ve gerekse olağanüstü toplantılarda, oy ve düşüncelerini doğruca açıklamaları ve ifade etmeleri ve bundan dolayı asla rencide edilmemeleri
Seçilme Hakkı ekseninde: Müslüman olmayan toplulukların, vilayet ve nahiye meclisleri ile Ahkamı Adliye kurulunda üye bulundurabilmesi
D-FERMAN-I ADALET[82] (13 ZİLKADE 1292—11 ARALIK 1875)
Ferman-ı Adalet metninde dillendirilen haklar ve özgürlükler:
-Tebaanın hukukunun temin edilmesinde asıl olan şeyler, adli kuvvete, icrai kuvvetin müdahale etmemesidir.
-Mehakimin tarafsız olmaları, idareden ayrılmaları ile olur
-Erbabı Mehakimin, kamu oyunda tam bir güvenlik içinde olmaları, azil edilememeleri
-Hiç kimsenin, hüküm olmadan, tutuklu kalmaması ve cevriye/eziyet ve ezaiye/üzüntü/sıkıntı/baskı ve zulüm uygulaması görmemesi; bu davranışları yapanların şiddetli bir şekilde cezalandırılmaları
-Vergide adalet ve hakkaniyet
-Malın korunması/mahfuziyeti
-can emniyeti/güvenliği
-Irz ve namusun korunması
-Angarya/zorla ücretsiz çalıştırma külliyen yasaklanmıştır
-Her sınıf tebaa, tam bir adalet ile, eşittir
-Gayrimüslim tebaanın muafiyeti/bağışıklığı
-Gayrimüslim tebaanın ayin ve mezhep serbestisi
-Gayrimüslim tebaanın uygun oldukları kamu hizmetlerine girebilmesi
-Gayrimüslimlerden alınan askerlik bedeli için yaş sınırının 20-40 olarak belirlenmesi
-Müslüman tebaadan, askerlik için alınan yüz altın askerlik bedelinin, eşitlik ilkesine uygun olması için, elli altına indirilmesi
-Tebaadaki sınıfların, arazi alım-satımında, eşitlik ilkesine uyması
-Gayrimüslimlerin, varislerine mal bırakabilmesi
-Memurların, meslek ve hareketlerinde, adalete uygun davranmaları
Sözü edilen bu haklar ve özgürlüklerin, şu şekilde ifadesi de mümkündür:
Adil ve Usulüne Uygun Yargılanma Hakkı ekseninde: Tebaanın hukukunun temin edilmesinde asıl olan şeyler, adli kuvvete, icrai kuvvetin müdahale etmemesidir; mehakimin tarafsız olmaları, idareden ayrılmaları ile olur; erbabı Mehakimin, kamu oyunda tam bir güvenlik içinde olmaları, azil edilememeleri
Suçta ve Cezada Kanunilik ilkesi ekseninde: Hiç kimsenin, hüküm olmadan, tutuklu kalmaması ve cevriye/eziyet ve ezaiye/üzüntü/sıkıntı/baskı ve zulüm uygulaması görmemesi; bu davranışları yapanların şiddetli bir şekilde cezalandırılmaları
İşkence Yasağı ekseninde: Hiç kimsenin, cevriye/eziyet ve ezaiye/üzüntü/sıkıntı/baskı ve zulüm uygulaması görmemesi; bu davranışları yapanların şiddetli bir şekilde cezalandırılmaları
Vergide Adalet ilkesi ekseninde: Vergide adalet ve hakkaniyet
Mülkiyet Hakkı ekseninde: Malın korunması/mahfuziyeti; gayrimüslimlerin varislerine mal bırakabilmeleri
Yaşam Hakkı ekseninde: Can emniyeti/güvenliği
Kişi Dokunulmazlığı ekseninde: Irz ve namusun korunması
Angarya Yasağı ekseninde: Angarya/zorla ücretsiz çalıştırma külliyen yasaklanmıştır
Eşitlik ilkesi ekseninde: Her sınıf tebaa, tam bir adalet ile eşittir; tebaadaki sınıfların, arazi alım-satımında, eşitlik ilkesine uyması
İnanç Özgürlüğü ekseninde: Gayrimüslim tebaanın ayin ve mezhep serbestisi
Kamu Hizmetlerine Girmede Eşitlik ilkesi ekseninde: Gayrimüslim tebaanın, uygun oldukları kamu hizmetlerine girebilmesi
SONUÇ
Bu çalışmada, Osmanlı İmparatorluğu’nun hazırlayıp takdim ettiği dört anayasal belge üzerinde durulmuştur. Sözü edilen anayasal belgelerden ilki, 1808 tarihli Senedi İttifak; ikincisi, 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu; üçüncüsü, 1856 tarihli Islahat Fermanı; dördüncüsü ise, 1875 tarihli Adalet Fermanı’dır.
Osmanlı İmparatorluğu’nu, anılan belgeleri hazırlamaya iten dürtü, tektir: DEVLETİ KURTARMAK. Bunun metodu ise, “merkezi idarenin ağırlığının artırılması” şeklinde ifade edilmiştir. Yani, devrin yöneticileri tarafından, merkezi idare ne kadar güçlü ve etkin olursa, devletin de o ölçüde kolay “kurtarılabileceğine” inanılmaktadır.
“Devleti kurtarmak” amacı olarak ifade edilen yaklaşım tarzının arkasında yatan gerçek, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya yüz tutan yapısıdır. Yani, İmparatorluğun kötü gidişine dur demek isteyen zamanın yöneticilerinin peşinde koştuğu hedef, doğal olarak, devletin yeniden eski ihtişamlı günlerine kavuşturulmasıdır. Bu çalışmada göz önünde tutulan dört anayasal belgenin dördü de, “devleti kurtarmak” amacına özgü olarak hazırlanmış ve ilan edilmiştir. Ve anılan amaç, zaten, üç belgede de dillendirilmiştir. Hem Senedi İttifak metninde; hem de Gülhane Hatt-ında ve Islahat Fermanında sözü edilen ifadeye (devletin kurtarılması) yer verilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, devletin kurtarılması amacı ile hazırladığı bu dört belgede, (sayı olarak hiçte küçümsenemeyecek ölçüde) bazı haklar ve özgürlüklere yer verildiği de gözlemlenebilmektedir. Fakat anılan bu haklar ve özgürlüklerin İmparatorluğun anayasal belgelerinde yer bulması, özgürlüklerin, ülkede yaygın bir uygulama alanı bulabilmesi amacıyla hazırlanmamıştır. İmparatorluğun yöneticileri için önemli olan, devletin yıkılmaktan kurtarılmasıdır. Eğer vatandaşlar için bazı haklar ve özgürlükler tanınırsa, iç karışıklıkların ortadan kalkacağı, devletteki anarşik ortamın son bulacağı ve vatandaşların devlete olan bağlılıklarının artacağına inanılmıştır. Yani, yüzeysel/göstermelik bir haklar ve özgürlükler takdimi söz konusudur; ve, hiçbir zaman bireylerin haklarını ve özgürlüklerini kullanabilecekleri alanın genişletilmesi, bunun gerçekleştirilebilmesi için de, kamu otoritesinin sınırlandırılması amacı gözetilmemiştir. Öte yandan, halkın, zaten bir haklar ve özgürlükler mücadelesinin peşinde olmadığı; değil mücadele, en azından, haklı taleplerini bile dillendirilmekten yoksun olduğu gözlemlenmektedir.
Sonuçta, Osmanlı İmparatorluğu’nun, anayasal düzlemde, oldukça hacimli bir haklar ve özgürlükler kataloğu takdim ettiği; fakat bunların temel benimsenme amacının özgürlükçü bir toplumsal model yaratmak olmadığı; tam da bunun aksi yönde, devletin kuvvetlendirilmesi, devletin kurtarılması amaçlı olduğu gözlemlenmektedir. Devletin kurtarılması amacına yönelik olarak benimsenen yöntem ise, daima “merkezi idarenin güçlendirilmesi” olmuştur. Dolayısıyla, haklar ve özgürlüklerin toplum tarafından içselleştirilmesi de hiçbir zaman gündeme gelememiş ve uygulama alanı bulamamıştır. Anılan durumu pekiştiren bir olgu da, halkın, zaten, haklar ve özgürlükler alanında, hiçbir zaman kendisini bir özne olarak hissetmediği ya da kendisine bu durumun hissettirilmediğidir.
BİBLİYOGRAFYA
Akad, Mehmet, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1997 (2.bası).
Akın, İlhan F., Kamu Hukuku, Beta Basım yayım Dağıtım A. Ş., İstanbul, 1987 (5.bası).
Akın, İlhan F., Türk Devrim Tarihi, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1983.
Aldıkaçtı, Orhan, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, İ.Ü.H.F. Yayını:655, İstanbul, 1982 (4.bası).
Armağan, Servet, Türk Esas Teşkilat Hukuku, I. Kitap, İÜHFY No:2584, İstanbul, 1979.
Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002 (1.bası).
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, 24 Cilt, Cilt:11, Milliyet Gazetecilik A.Ş.
Erdoğan, Mustafa, Anayasal Devlet, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996.
Erdoğan, Mustafa, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Liberte Yayınları:54, Ankara, 2001 (3.bası).
Gözübüyük, A. Şeref, Anayasa Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara, 1993 (4.bası).
Gözübüyük, A. Şeref, Yönetim Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara, 2000 (13.bası).
Gözler, Kemal, Anayasa Hukukuna Giriş, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 2003 (3.bası).
Gözler, Kemal, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 2004 (2.bası).
İnalcık, Halil, Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-i Hümayunu, Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Belleten, Cilt:XXVIII, Sayı:112 (Ekim 1964’ten Ayrıbasım), Ankara, 1964.
Kapani, Münci, Kamu Hürriyetleri, Yetkin Yayınları, Ankara, 1993 (7.bası).
Kili, Suna-A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri (Sened-i İttifaktan Günümüze), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2000 (2.Bası).
Okandan, Recai G., Amme Hukukumuzun Anahatları (Türkiye’nin Siyasi Gelişmesi), Birinci Kitap, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan Yıkılışına Kadar, İÜHFY No:496, İstanbul, 1977.
Ortaylı, İlber, İmparatorlüğün En Uzun Yüzyılı, Hil Yayını, İstanbul, 1987 (2.bası).
Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara, 1993 (3.bası).
Üçok, Coşkun-Ahmet Mumcu-Gülnihal Bozkurt, Türk Hukuk Tarihi, Savaş Yayınevi, Ankara, 2002 (10.baskı).
Soysal, Mümtaz, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1990 (8.bası).
Şakar, Müjdat, 1982 Anayasası ve Önceki Anayasalar, Beta basım Yayım Dağıtım A. Ş., İstanbul, 1989.
Tanör, Bülent, Osmanlı – Türk Anayasal gelişmeleri (1789 – 1980), Der yayınları, İstanbul, 1995 (2. bası).
Teziç, Erdoğan, Anayasa Hukuku, Beta Basım Yayım Dağıtım A. Ş., İstanbul, 1998 (5.bası).
Tunaya, Tarık Zafer, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, İ. Ü.H.F.Y. No:554, İstanbul, 1980 (4.bası).
Türkçe Sözlük, Milliyet tesisleri, İstanbul, 1992.
* KTÜ, İ. İ. B. F., Kamu Yönetimi Bölümü, adilsahin@ktu.edu.tr
[1] Bu konuda bkz., Mustafa Erdoğan, Anayasal Devlet, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996, sf:41.
[2] A. Şeref Gözübüyük, Anayasa Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara, 1993 (4.bası), sf:1; Mustafa Erdoğan, Anayasal Devlet, a.g.e., sf:42-44. Anayasa dendiğinde, her şeyden önce, bir devletin kuruluşunu, örgütlenişini, iktidarın el değiştirmesini ve bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen kurallar bütününün anlaşılması gerektiği yolunda bkz., Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, Beta Basım Yayım Dağıtım A. Ş., İstanbul, 1998 (5.bası), sf:134.
[3] Devlet iktidarının kurallarla sınırlanması ve böylelikle siyasal alanda keyfiliğin önlenmesi düşüncesi, modern bir düşüncedir. Bu nedenle anayasa kavramı da, modern çağın ürünüdür. Anayasa kavramı, Avrupa’da mutlakiyetçiliğin gerilemesi ile birlikte, devlet gücünün denetlenmesi için, yararlanılabilecek teknikleri ifade etme arayışının sonucunda doğdu. İlk defa Amerikalılar, 1787 Anayasasını hazırlayan dönemde bu teknikleri anayasa olarak adlandırdılar. Fransızlar da, anayasadan, esas itibariyle, kralın iktidarını sınırlayan bir belgeyi anlıyorlardı. Başka bir yönüyle anayasa yapmak, siyasi iktidarı, hukuk çerçevesine almak, yönetenleri hukukla bağlamak demektir. Anayasal devlet; devletin, “hukukla bağlı bir devlet olarak”, “hukuk devleti” olarak kurulması gereğini ifade eder. Bununla birlikte, yirminci yüzyılda, anayasa kavramıyla ilgili bu temel düşünce göz ardı edilmeye ve anlam kaymasıyla birlikte, terim, 1920’lerden itibaren, bütün dünyada yaygınlaşmaya başladı. Artık anayasa, yalnızca devlet iktidarını sınırlayıp, bireysel özgürlükleri güvence altına alan hukuki bir çerçeve olarak değil, ayrıca, devletin örgüt yapısını gösteren herhangi bir resmi belge olarak da anlaşılır oldu. Bu konuda bkz., Mustafa Erdoğan, Anayasal Demokrasi, a.g.e., sf:12-13.
[4] A. Şeref Gözübüyük, a.g.e., sf:4
[5] Nitekim, modern anayasacılık, başlangıcından itibaren, sınırlı devlet düşüncesiyle bir arada gitmiştir. Anayasacılığın asli özelliği, keyfi yönetimin tersine, siyasal yönetimi hukuki bir biçimde sınırlamaktır. Anayasa yapmanın amacı, devleti sınırlamak ve yönetenlerin hukuka ve kurallara uymasını temin etmektir. Bu nedenle anayasacılık, daha somut olarak, devletin temel işlevlerinin farklı organ veya makamlar arasında paylaştırılmasını, temel hakların anayasal olarak tanınıp güvence altına alınmasını, devlet iktidarının belli hukuk kurallarına bağlanmasını ve bütün bu hususların nihai güvencesi olarak bağımsız mahkemelerin tesisini gerektirmektedir. Bu nedenle, anayasacılık veya anayasal devlet ile hukuki bir belge olarak anayasaya sahip olmak, birbirinden farklı şeylerdir. Anayasası olan her devlet, anayasal devlet değildir. Anayasal devlet, anayasanın, bireylerin dokunulmaz alanlarını korumak üzere, siyasal yönetim üzerinde etkin bir sınır olarak işlev gördüğü devlettir. Anayasanın bu işlevi görmediği yerde, yani, anayasanın, sadece devletin teşkilat yapısını gösterdiği, ama onu sınırlamadığı bir ülkede, anayasallıktan söz edilemez. Bu konuda bkz., Mustafa Erdoğan, Anayasal Devlet, a.g.e., sf:20-21. Vurgulanması gereken bir başka konu da, anayasacılığın ilkeleri veya kurumsal gereklerinin; anayasanın üstünlüğü, hukuk devleti, insan hakları, kuvvetler ayrılığı, federalizm ve demokrasi olduğudur. Anayasanın üstünlüğü, kısaca, siyasal sürecin işleyişinde, bütün ilgili aktörlerin anayasal ilke ve normlara uygun davranmalarının temini anlamına gelir. Anayasanın üstünlüğünü sağlamanın en uygun yolu, yazılı bir anayasanın varlığı ve bunun anayasacılığın gereklerine uygun olmasıdır. Hukuk devleti, devletin bütün eylem ve işlemlerinde evrensel hukuk ilkelerine ve önceden belirlenmiş hukuk kurallarına uyması anlamına gelir. Hukuk devleti, keyfi yönetimin karşıtıdır ve meşruluğunu kendi varlığından alan değil, aksine, hukuk sayesinde var olan, meşruluğunu hukuktan alan devlet demektir. Hukuk devletinde, hiçbir resmi makam, kendisine, anayasal ve yasal olarak tanınmış olmayan herhangi bir yetkiye sahip sayılmaz; yetkiler anayasadan ve ona uygun yasal düzenlemelerden kaynaklanır. Bu nedenle hukuk devleti ilkesi, bireyler lehine bir anayasal güvencedir. Üçüncü ilke, insan haklarıdır. İnsan haklarının güvence altına alınması, anayasacılığın temel direklerinden biridir. Anayasal devletin en özlü tanımı, insan haklarına dayanan devlettir. Devlet iktidarının ve onun kötüye kullanılmasının önündeki en büyük engel, insan haklarının anayasal olarak tanınması ve güvence altına alınmasıdır. Bu bakımdan insan hakları, siyasal bir taleptir ve özünde devlete yöneliktir. İnsan hakları, anayasacılık düşüncesini kuran düşünürlerin temel idealleri olan siyasi özgürlüğün teminatıdır. Anayasalarda yer aldığı şekliyle temel haklar, kısaca, bireysel kendi- kaderini belirleme idealinin, siyasal alana yansıyan güvencesidir. İnsan hakları, bireylere, her türlü baskıdan (siyasal olanı başta olmak üzere) korunmuş olarak, kendilerini geçekleştirebilecekleri dokunulmaz bir alan sağlar. Hem onların başkalarıyla gönüllü etkinlikte bulunma potansiyellerini güvence altına alır; hem de devlet yönetimine katılabilmelerine zemin hazırlar. Kuvvetler ayrılığı ise, devletin devasa gücünün bir elde toplanmasına engel olur. Federalizmin, anayasacılık düşüncesinin hedeflerinden biri olduğu bugün unutulmuş gibidir. Bunda, Batı’da modern devletin, çok kere, merkezi devlet aracılığıyla ulus yaratma politikasının sonucunda ortaya çıkmış olmasının büyük rolü vardır. Bir anayasacılık ideali olan federalizmden bugün anlaşılması gereken, üniter devletlerin mutlaka federasyona dönüştürülmeleri olmayıp, ilkesel bir yöneliştir. Yani, ideal olan, siyasal ve idari bakımdan merkeziyetçiliği gitgide azaltmak ve ademi merkeziyetçi örgütlenmelere gitmektir. Demokrasi ise, doğrudan doğruya anayasacılığın bir ilkesi olarak ortaya çıkmamıştır. Çünkü anayasacılık, esas itibariyle, liberal siyasal doktrinin bir sonucudur. Esasen demokrasi, iktidarın sınırlanmasıyla değil, kaynağı ile ilgilidir. Fakat, anayasacılık, gücün kötüye kullanımına ve gereksiz güç kullanımına karşı, bireyler için koruyucu mekanizmaların getirilmesini öngördüğü kadar, siyasi kararları alanlar üzerinde halkın denetimini sağlamayı da amaçlar. Bu nokta, anayasacılığın demokrasi boyutu ile ilgilidir. Yurttaşların, siyasal toplumun kaderi ile ilgili temel kararları kimlerin alacağını, bu kararların hangi ilkeleri gözeteceğini belirlemeleri, bu karar alıcıları yönlendirebilmeleri ve değiştirebilmeleri, aynı zamanda devlet gücünü keyfi ve kontrolsüz olmaktan çıkaracak bir husustur. Bu konuda bkz., Mustafa Erdoğan, Anayasal Devlet, a.g.e., sf:22-24.
[6] Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1990 (8.bası), sf:8.
[7] Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara, 1993 (3.bası), sf:18.
[8] A. Şeref Gözübüyük, a.g.e., sf:1
[9] A. Şeref Gözübüyük, a.g.e., sf:2-3.
[10] Tarık Zafer Tunaya, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, İ. Ü.H.F.Y. No:554, İstanbul, 1980 (4.bası), sf:27.
[11] Suna Kili, A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri (Sened-i İttifaktan Günümüze), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2000 (2.Bası), sf:13.
[12] Türkçe Sözlük, Milliyet tesisleri, İstanbul, 1992, sf:1280.
[13] Türkçe Sözlük, a.g.e., sf:735.
[14] Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan yeniliklerin “Devleti kurtarmak” amaçlı olduğu yolundaki bir değerlendirme için bkz., Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, İ.Ü.H.F. Yayını:655, İstanbul, 1982 (4.bası), sf:35-37.
[15] Osmanlı İmparatorluğu’nda, Senedi İttifak adıyla adlı belgenin hazırlanmasına yol açan olayların tarihsel gelişimi için bkz., Bülent Tanör, Osmanlı – Türk Anayasal gelişmeleri (1789 – 1980), Der yayınları, İstanbul, 1995 (2. bası), sf:17-20.
[16] Halil İnalcık, Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-i Hümayunu, Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri, Türk Tarih Kurumu Basmevi, Belleten, Cilt:XXVIII, Sayı:112 (Ekim 1964’ten Ayrıbasım), Ankara, 1964, sf:604 ve 607; Recai G. Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları (Türkiye’nin Siyasi Gelişmesi), Birinci Kitap, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan Yıkılışına Kadar, İÜHFY No:496, İstanbul, 1977, sf:57; Bülent Tanör, a.g.e., sf:34-35; Orhan Aldıkaçtı, a.g.e., sf:35-37; Servet Armağan, Türk Esas Teşkilat Hukuku, I. Kitap, İÜHFY No:2584, İstanbul, 1979, sf:18; İlhan F. Akın, Kamu Hukuku, Beta Basım yayım Dağıtım A. Ş., İstanbul, 1987 (5.bası), sf:299.
[17] Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1997 (2.bası), sf:162; İlhan F. Akın, Türk Devrim Tarihi, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1983, sf:16-17.
[18] “Hanedan” kullanımı için bkz., Halil İnalcık, a.g.e., sf:604; “Ayan ve Yerli Bey” kullanımı için bkz., Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., sf:273; “Taşra Ayanları” kullanımı için bkz., Bülent Tanör, a.g.e., sf:17-20; “Bey” kullanımı için bkz., Servet Armağan, a.g.e., sf:18; “derebey” kullanımı için bkz., Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002 (1.bası), sf:144; “Yerel Beyler” kullanımı için bkz., İlber Ortaylı, İmparatorlüğün En Uzun Yüzyılı, Hil Yayını, İstanbul, 1987 (2.bası), sf:28-29; “Ayan” kullanımı için bkz., İlhan F. Akın, Kamu Hukuku, a.g.e., sf:300. Ayan, kelime anlamı olarak, şu şekilde tanımlanmaktadır: “İleri gelenler, senato üyeleri”. Bkz., Türkçe Sözlük, a.g.e., sf:111. Derebeyi, kelime anlamı olarak, şu şekilde biçimlendirilmektedir: “Topraklarını; özellikle Batı Avrupa’da, toprağı ve üzerinde yaşayan köylüleri tek bir kimsenin malı sayan ortaçağ siyasi düzenine göre yöneten kimse”. Bkz., Türkçe Sözlük, a.g.e., sf:359. “Hanedan”, kelime anlamı olarak, şu şekilde ifade edilmektedir: “Hükümdar veya devlet büyüğü gibi bir kişiye dayanan soy, büyük aile; belli ve büyük soydan gelen; eli açık ve konuksever”. Bkz., Türkçe sözlük, a.g.e., sf:606.
[19] Osmanlı İmparatorluğu’nda yerel ileri gelenlerin oluşumu konusunda bkz., Bülent Tanör, a.g.e., sf:17-20. Bu konuda ayrıca şu kaynaklara da bakılabilir: Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., sf:272-273; Recai G. Okandan, a.g.e., sf:42.
[20] Bu konuda bkz., Orhan Aldıkaçtı, a.g.e., sf:35-37; Halil İnalcık, a.g.e., sf:604; İlhan F. Akın, Türk Devrim Tarihi, a.g.e., 16-17; İlhan F. Akın, Kamu Hukuku, a.g.e., sf:299; Mehmet Akad, a.g.e., sf:162; Bülent Tanör, a.g.e., sf:34-35.
[21] Çünkü Senedi İttifak’ın uygulanması, yerel ileri gelenlerin/ayanın ittifakına bağlı idi ve bu birlik uygulanamamıştır. Rusya’ya karşı 1806’da başlayan harp için yerel ileri gelenlerin/ayanın askerlerine ihtiyaç vardı. 1812’de harp bitince, bilhassa 1815’ten sonra II. Mahmut, yerel ileri gelenlere/ayana karşı şiddetle harekete geçti. Merkezdeki başlıca kuvvetler, saray, ulema, merkezi hükümetin daima mümessili olmuş bulunan Babıali bürokrasisi, yerel ileri gelenlerin/ayanın ortadan kaldırılmasına, payitahtın taşraya hakim olmasına, merkeziyetçiliğin geri getirilmesine canla başla çalışmıştır. Bu konuda bkz., Halil İnalcık, a.g.e., sf:609.
[22] Kemal Gözler, Anayasa Hukukuna Giriş, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 2003 (3.bası), sf:162-163; Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 2004 (2.bası) sf:13-15; Halil İnalcık, a.g.e., sf:607; Orhan Aldıkaçtı, a.g.e., sf:35-37; Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., sf:273; Bülent Tanör, a.g.e., sf:44-45; A. Şeref Gözübüyük, a.g.e., sf:91. Senedi İttifak, geleneksel Osmanlı hukuk kaynaklarından herhangi birine benzemez. Dinsel kaynaklı ya da İslam Hukuku kurallarına göre düzenlenmiş bir şeriat belgesi, bir fetva ya da şer’i bir hüccet değildir. Şer’i hüccet, ya özel hukuk olan İslam fıkhı usulüne göre yargı makamlarının bu hukuku uygulaması ya da yorumlanması için düzenledikleri bir belgedir; ya da, devletin baş hukuk müşaviri diyebileceğimiz Şeyhülislamlık makamının (ya özel hukuk işleri ile ilgili ya da devlet işlerine ilişkin sorunların belirlenmesi için) devletin isteği üzerine verdiği bir fetvadır. Kanun, kanunname, adalet fermanı ve bunlar gibi örfi hukuk işlem türlerine de girmez. Yasa ve anayasal belgelerdeki hukuki belirlilikten ve objektif dilden yoksundur. Hukuk diliyle değil, hanedanların ağzından çıkmışçasına kaleme alınmış; bir sistematiği de yoktur. Belgeyi oluşturan topluluk da, yasa ya da yasa benzeri kurallar koymaya yetkili bir kurul değildir. Ad hoc oluşturulmuş, işlevi siyasal bunalımı çözmek ve uzlaşma yolları aramaktan ibaret olan bir toplu görüşme ya da toplu tartışma kuruludur. Yani, Senedi İttifak, hem içeriği, hem de onu yaratan organ açısından, geleneksel Osmanlı hukuk kaynaklarına ya da bilinen monarşik anayasal belgelere (ferman, misak, anayasa) benzemez. Misak ya da sözleşme nitelemesi, Senedi İttifak’ın hukuki kimliğine en uygun düşen terimleme olabilir. Gerçekten, terimsel ve sosyal bir veri olan merkez/taşra zıtlaşması, Meşveret-i Ammeye ve Senedi İttifak’a da yansımaktadır. Meşveret, sosyolojik açıdan bu ikili saflaşmayı içerir. Senedi İttifak metni de, gerek esasları, gerekse güvenceleriyle, karşılıklılık ve iki taraflılık gibi unsurları taşımakta, bu nedenle, bir sözleşme özelliği göstermektedir. Karşılıklı uzlaşmayı ve krizi atlatmayı amaçlayan meşveret-i Amme ve Senedi İttifak, merkezin ve taşranın egemen güçleri arasındaki geçici mutabakat arayışları doğrultusunda, bugünkü deyimle, bir yuvarlak masa, bir ortak platform ya da konsensüs metni karakterleri de gösterir. Bu gibi kriz açıcı mutabakat girişimlerinin klasik iki taraflı sözleşme olmaktan farklı özellikler taşıdıkları meydandadır. Bu konuda bkz., Niyazi Berkes, a.g.e., sf:138-139; Bülent Tanör, a.g.e., sf:44-45.
[23] Türkçe Sözlük, a.g.e., sf:1030.
[24] Servet Armağan, a.g.e., sf:8.
[25] İlhan F. Akın, Türk Devrim Tarihi, a.g.e., sf:16-17.
[26] İlhan F. Akın, Kamu Hukuku, a.g.e., sf:299 ve 300.
[27] Kemal Gözler, Anayasa Hukukuna Giriş, a.g.e., sf:162-163; Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, a.g.e., sf:13-15.
[28] Orhan Aldıkaçtı, a.g.e., sf:39.
[29] Recai G. Okandan, a.g.e., sf:58.
[30] Niyazi Berkes, a.g.e., sf:138-139.
[31] Ergun Özbudun, a.g.e., sf:3.
[32] A. Şeref Gözübüyük, a.g.e., sf:91.
[33] Servet Armağan, a.g.e., sf:8; İlhan F. Akın, Kamu Hukuku, a.g.e., sf:300; Mehmet Akad, a.g.e., sf:163; Halil İnalcık, a.g.e., sf:607; Orhan Aldıkaçtı, a.g.e., sf:39; Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., sf:274-275.
[34] A. Şeref Gözübüyük, a.g.e., sf:91.
[35] Orhan Aldıkaçtı, a.g.e., sf:39.
[36] Tarık zafer Tunaya, a.g.e., sf:273; Niyazi Berkes, a.g.e., sf:142.
[37] Niyazi Berkes, a.g.e., sf:138-139.
[38] Tarık zafer Tunaya, a.g.e., sf:273-275.
[39] Niyazi Berkes, a.g.e., sf:139-141. Senedi İttifak’ın özgün metninin latin harfleriyle yazıldığı bir kaynak için bkz., Suna kili, A. Şeref Gözübüyük, a.g.e., sf:13-17; anılan metnin, bugünkü dille de yer aldığı başka bir kaynak için bkz., Müjdat Şakar, 1982 Anayasası ve Önceki Anayasalar, Beta basım Yayım Dağıtım A. Ş., İstanbul, 1989, sf:309-318.
[40] Ergun Özbudun, a.g.e., sf:3. Gözübüyük, Gülhane Hattı için, “Osmanlı devletinin anayasacılık hareketlerinde önemli bir yeri vardır” şeklinde bir ifade kullanmaktadır. Bkz., A. Şeref Gözübüyük, a.g.e., sf:93.
[41] Recai G. Okandan, a.g.e., sf:66.
[42] Koca Mustafa Reşit Paşa, daha II. Mahmut zamanında, Dışişleri Bakanlığı uhdesinde kalmak üzere Londra’ya elçi olarak gönderilmeden önce, Devletin ıslahı lehinde önemli çabalarda bulunmuştur. Dışişleri Bakanı sıfatıyla katıldığı Vükela Heyeti tarafından, ıslahat lehinde bazı kararların alınmasını sağlamış ve II. Mahmut nezdinde teşebbüslerde bulunarak, Padişahı da gerekli ıslahatın yapılmasına sürüklemeye çalışmıştır. Ancak, kendisinin, sonradan Dışişleri uhdesinde kalmak üzere Londra’ya elçi olarak gönderilmesi, bu husustaki teşebbüslerinden müspet ve sürekli sonuçların doğmasını imkansız kılmıştır. Yaptığı değerli hizmetlerden dolayı, kendisine, “Büyük” manasına gelmek üzere “Koca” lakabı verilen Reşit Paşa, 1214 Hicri senesinde İstanbul’da doğmuş ve 1274 (7 Ocak 1858 Perşembe günü) yılında kalp krizinden vefat etmiştir. Dışişleri Bakanlığı, Londra elçiliği gibi görevler yaptıktan sonra, 1841’de birinci ve 1843’te ikinci defa olarak Paris’e elçi tayin edilmiştir. 1845’te ikinci defa Dışişleri Bakanı ve 28 Eylül 1846’da da Sadrazam olmuştur. 28 Nisan 1848’de Sadaretten ayrılmış, üç ay sonra tekrar Sadarete getirilmiş ve 27 Ocak 1852’de Sadaretten uzaklaştırılarak Meclis-i Vala Riyasetine tayin edilmiştir. Bir buçuk ay gibi kısa bir süre sonra, yeniden Sadrazam olmuş ve bu mevkisini ancak beş ay kadar muhafaza edebilmiştir. Mayıs 1853’te Dışişleri Bakanı, 1854’te Sadrazam olmuş ve Mayıs 1855’te makamı terkettikten sonra Kasım 1856’da beşinci defa sadarete getirilmiş ve on ay sonra bu makamdan uzaklaştırılmasını müteakip, Kasım 1857’de altıncı defa Sadrazam olmuştur. Bkz., Recai G. Okandan, a.g.e., sf:66-67.
[43] Recai G. Okandan, a.g.e., sf:67-68; Halil İnalcık, a.g.e., sf:617-618.
[44] Halil İnalcık, a.g.e., sf:617.
[45] Gülhane Hattını, Padişah adına yazan ve ilan eden Reşit Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nda, bürokrasinin görüşlerine ve dileklerine tercüman olmakta idi. Reşit Paşa, ıslahatta, siyasi ve idari tedbirlere öncelik vermekte; devletin kurtuluşunu, özellikle, kuvvetli ve merkezi bir idarede görmekte;devletin menfaatini her şeyin başına almakta idi. Avrupa’da uzun elçilik yılları esnasında Batı devlet anlayışını ve idaresini tanımış ve İmparatorluğun milletlerarası durumunu yakından öğrenmiş, batıcı bir bürokrat grubunu temsil etmekte idi. Reşit Paşa, otoriteyi, tam bir emniyet içinde, ıslahatçı bürokratlar elinde tutmak ve Padişahın otoritesini ve karar verme yetkisini, fiilen, bürokrasiye devretmek emelinde idi. Kanunları hazırlayan ve ıslahata nezaret eden Meclis-i Vala, devletin eski ve yeni en yüksek memurlarından oluşan bir meclisi idi. Padişaha, sadece, bu kanunları tasdik etme görevi bırakılmak isteniyordu. Bu amaçla Reşit Paşa, Babıalinin idarede tam hakimiyetini sağlamak için, ayanın ve ulemanın etkisinden kurtulmuş; merkezin emirlerine bağlı, emniyetli bir memur kadrosu meydana getirmek için çok çalışmıştır. Zira, Tanzimat’ın uygulanmasına karşı en büyük engeli, bu yeni siyaset karşısında menfaat ve nüfuzları tehlikeye düşen başlıca iki sınıf, “ulema ve ayan” çıkaracaklardı. Özetle Reşit Paşa, devlet otoritesini, ıslahatı uygulayacak bir bürokrasinin elinde toplamak suretiyle, devleti modernleştireceğine inanıyordu. İmparatorluk devrinin son bir asırlık tarihinde, memleketi ileri götürmek isteyen ıslahatçılar, karşılarına dikilen engelleri yenmek için, öncelikle, aşırı merkeziyetçi bir idare ve ona hizmet eden bir bürokrasi yaratmaya çalışmışlardır. Bir asırdan beri, modernleşme çabalarının başarıları kadar, bir çok ağır problemleri de, belki, bu özelliğe bağlanabilir. Bu konuda bkz., Halil İnalcık, a.g.e., sf:614-616.
[46] Recai G. Okandan, a.g.e., sf:68.
[47] Recai G. Okandan, a.g.e., sf:73; Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, Yetkin Yayınları, Ankara, 1993 (7.bası), sf:98. Bu arada belirtilmelidir ki, Ulema, Tanzimat’ı, Şeriata ve İslam devleti esaslarına aykırı göstermeye çalışmıştır. Taşradaki ayan ise, eyaletlerde idareyi hala fiilen elinde tuttuğu için, halkı, Tanzimat’a karşı, türlü yollarla tahrik edecek; alınan tedbirleri köstekleyecek; iyi niyet sahibi olanlar da, ıslahatın asıl manasını anlayıp, uygulamaktan kaçınacaklardır. Bkz., Halil İnalcık, a.g.e., sf:615 ve 622.
[48] Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişah, mutlak icra otoritesine dayanarak, devlet ihtiyaçları için, şeriattan müstakil bir nizam koyma yetkisine sahipti. Bu kanun ve nizamlar, şeriat kaide ve usullerine tabi değildi. Sırf Padişahın iradesine dayanan fermanlar şeklinde çıkarılıyordu. Bununla beraber bu örfi kanunların, Tanrı’nın emirlerine dayanan şeriata aykırı olmaması ve İslam cemaatinin hayrı ve menfaati icabı bulunması şarttı. Gülhane Hattı Hümayunu da, aynı esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Yani, İslam devletinin ve cemaatinin hayrı için, olağanüstü bir durumu karşılamak amacıyla, Şeriat yanında bir takım yeni düzenler, nizamlamalar meydana getirilmesine karar verilmişti. Bu nizam ve tanzim fikri, Osmanlı İmparatorluğu’nda, örfi hukuka bağlı eski bir fikirdir. Dolayısıyla, Gülhane Hattı Hümayunu, Osmanlı Padişahlarının eskiden beri başvurdukları bir usulün, yeni bir uygulamasından ibarettir. Bu hareketler, Şeriatı bozmak ya da tamamlamak değil; Müslümanların iyiliği için, devletin pratik gayelerle giriştiği bir tanzimden ibarettir. Kayda değer bir nokta da, bu nizam ve kanunların “Ulema” değil; doğrudan doğruya idare başında olan ve pratik devlet ihtiyaçlarını karşılamak zorunda bulunan bürokratlar tarafından hazırlanmasıdır. Halil İnalcık, a.g.e., sf:614-617.
[49] Yemin, kendi kendini sınırlama (auto-limitation) anlayışından doğan bir sonuç olup, hukuken bağlayıcılık gücü zayıftır. Bkz., Mehmet Akad, a.g.e., sf:167. Padişah, Gülhane Hatt-ı ile tanıdığı hakları koruyacağına ve anılan haklara aykırı davranmayacağına yemin etmektedir. Aynı zamanda halife de olan Padişahın bu yemini bağlayıcıdır fakat; bu bağlayıcılık, pozitif bir hukuk kuralı ile güvenceye kavuşturulmamıştır. Yeminine bağlı kalan bir Padişahtan sonra, onun yerine geçenin, bu yemine bağlı kalma zorunluluğu yoktur. Bkz., Coşkun Üçok-Ahmet Mumcu-Gülnihal Bozkurt, Türk Hukuk Tarihi, Savaş Yayınevi, Ankara, 2002 (10.baskı), sf:273-274.
[50] Gülhane Hatt-ı ile, Osmanlı tarihinde ilk kez bir Padişah, anayasal bir belge ile, kendi isteği doğrultusunda, yetkilerini sınırlamaktadır. “Nitekim Abdülmecit, o zamana değin Padişahlara tanınan mutlak bir hak olan örfi cezaları verme yetkisinden vazgeçmekte; cezaların şeriata ve kanuna uygun olarak mahkemelerce saptanacağını söylemektedir. Öte yandan, o güne değin istediği konularda istediği zaman buyruklar çıkaran padişah, bu hakkını da bir ölçüde sınırlamakta, hukuk kurallarının hazırlanmasını belli kurullara bırakmakta, bu kurullarda herkesin düşüncesini hiç çekinmeden söylemesini istemekte ve böylece varılan kararlarda yalnız onama yetkisini kendine saklamaktadır. Burada, ceza verme hakkından vazgeçme gibi kesin bir durum yoksa da, hukuk kurallarının hazırlanışında başkalarının söz hakkına sahip olmasını kabul etmesi ve bu konuda belli bir yöntem koyması önemli bir yeniliktir”. Bkz., Coşkun Üçok-Ahmet Mumcu-Gülnihal Bozkurt, a.g.e., sf:273.
[51] Bkz., Orhan Aldıkaçtı, a.g.e., sf:42. Akın da; Gülhane Hatt-ı Hümayununun, hukuk devleti kurma yolunda ilk adım olduğunu belirtmektedir. Bu konuda bkz., İlhan F. Akın, Kamu Hukuku, a.g.e., sf:303; Coşkun Üçok-Ahmet Mumcu-Gülnihal Bozkurt, a.g.e., sf:273. Gülhane Hatt-ında yer alan ilkeler, hukuk devletinin gelişimi bakımından önemli olmakla beraber, hala bu ilkelerin etkinliğini sağlayacak ve Padişahın yetkilerini sınırlandıracak mekanizmalar kurulmuş değildir. Hattın hükümlerine uyup uymamak, Padişahın takdirine bağlıdır. Bkz., Ergun Özbudun, a.g.e., sf:4.
[52] Bütün bunlar, sonuçta, yasal yönetime geçişi işaret etmektedir. Bkz., Bülent Tanör, a.g.e., sf:71.
[53] Bkz., Orhan Aldıkaçtı, a.g.e., sf:42.
[54] Yavuz Abadan, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nın Tahlili, Tanzimat, I, sf:31-58’den aktaran; Halil İnalcık, a.g.e., sf:614.
[55] Niyazi Berkes, a.g.e., sf:214.
[56] Münci Kapani, a.g.e., sf:97.
[57] Mustafa Erdoğan, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Liberte Yayınları:54, Ankara, 2001 (3.bası), sf:8.
[58] Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, a.g.e., sf:16; Kemal Gözler, Anayasa Hukukuna Giriş, a.g.e., sf:164. Gülhane Hatt-ı’nın, anayasa değil; anayasal bir belge olduğu yolunda başka bir kaynak için bkz., Coşkun Üçok-Ahmet Mumcu-Gülnihal Bozkurt, a.g.e., sf:273.
[59] Coşkun Üçok-Ahmet Mumcu-Gülnihal Bozkurt, a.g.e., sf:273.
[60] Münci Kapani, a.g.e., sf:93; Mehmet Akad, a.g.e., sf:167.
[61] Halil İnalcık, a.g.e., sf:622.
[62] Mehmet Akad, a.g.e., sf:167.
[63] Niyazi Berkes, a.g.e., sf:214-215.
[64] Bülent Tanör, a.g.e., sf:74.
[65] Metin için bkz., Halil İnalcık, a.g.e., sf:611-614.
[66] Coşkun Üçok-Ahmet Mumcu-Gülnihal Bozkurt, a.g.e., sf:274.
[67] Osmanlı İmparatorluğu’nda, o zamana kadar, can güvenliği diye bir şeyden söz etmek mümkün değildi. Kişinin hayatı, Padişahın ve diğer iktidar sahiplerinin iki dudağı arasında asılı idi. Bir ağızdan çıkabilecek tek söz, bir insanın, ki bu insan sadrazam bile olsa, canının hemen alınıvermesi için yeterli geliyordu. Hatta, sorgusuz sualsiz idam, yaşaması “mahzurlu” bir kimsenin vücudunun yok edilmesi, Osmanlı devletinde bir siyaset aleti olarak uzun zamandan beri yerleşmiş bulunmaktaydı. Bkz., Münci Kapani, a.g.e., sf:95.
[68] Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda, korunması gereken haklar arasında “ırz ve namus” kavramı da geçmektedir. Bu deyimin, lafzi manada değil, fakat daha genişliğine “şeref ve haysiyetin korunması” manasında anlaşılması gerekir. Bkz., Münci Kapani, a.g.e., sf:95.
[69] Vergi tayini ve tahsili meselesi, Osmanlı Devletinde öteden beri büyük acıların ve haksızlıkların kaynağı olmuştur. Uzun bir süredir uygulanmakta olan iltizam usulü de, halkın mültezimler elinde ezilmesine ve soyulmasına yol açıyordu. Çok defa tamamen keyfi ölçülerle ve sadece kendi çıkarlarını düşünerek vergi toplayan mültezimler, halka ağır baskı yaptıkları gibi, ülkenin hayatında da kemirici ve yıkıcı bir rol oynamakta idiler. Gülhane Hatt-ı Hümayunu, bu kötü usulün değiştirilmesini, hiç kimseden ödeme gücünün üstünde vergi alınmamasını ve bütün devlet masraflarının bir kanunla belirlenmesini, gerek fert ve gerek devlet hayatı bakımından önemli meselelerden biri saymıştır. Bkz., Münci Kapani, a.g.e., sf:94.
[70] Osmanlı İmparatorluğu’nda, asker alma işindeki usulsüzlük ve dengesizlik de ayrı bir dert kaynağı idi. Askerlik hizmeti belli bir sıraya ve süreye bağlanmamıştı. Bu sistemsizlik, bir yandan süresiz olarak askere alınanları canlarından bezdirmekte, öte yandan da ülkenin bazı kesimlerinde ziraat ve ticaret işlerinin aksamasına sebep olmaktaydı. Bu olumsuzlukların önlenmesi ve askerlik konusunun bir kanunla düzene bağlanması, başlıca reform tedbirlerinden birini teşkil etmektedir. Bkz., Münci Kapani, a.g.e., sf:94.
[71] Islahat Fermanı’nın ilan edilmesine yönelik olayların tarihsel gelişimi ve sebepleri konusunda bkz., Recai G. Okandan, a.g.e., sf:72-75.
[72] İlhan F. Akın, Türk Devrim Tarihi, a.g.e., sf:26.
[73] Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., sf:418.
[74] Coşkun Üçok-Ahmet Mumcu-Gülnihal Bozkurt, a.g.e., sf:275.
[75] Niyazi Berkes, a.g.e., sf:217.
[76] İlhan F. Akın, Kamu Hukuku, a.g.e., sf:303.
[77] Suna Kili-A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, a.g.e., sf:11-17.
[78] Suna Kili-A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, a.g.e., sf:21-23.
[79] Bkz., Orhan Aldıkaçtı, a.g.e., sf:46.
[80] Suna Kili-A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, a.g.e., sf:24-29.
[81]Rusya başta olmak üzere Avrupa devletleri, Tanzimat’ı, İmparatorluğun Hıristiyan uyrukları (reaya) için yetersiz görmekte direndiler. Sürüp giden Kırım Savaşı’nda anlaşma olasılıkları belirince, barış görüşmelerinde, Rusya’nın, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan uyruklar çıkarına siyasal dolaplar çevirerek, Avrupa kamu oyu üzerinde olumlu etki yaratmasını engellemeyi düşünen bağlaşık devletler (İngiltere ve Fransa), Viyana’da, Avusturya delegesinin de katıldığı bir toplantı düzenlediler (1 Şubat 1855). Burada, barış görüşmelerine temel olacak ilkeler görüşülürken, arasına Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan uyrukların hak ve ayrıcalıklarının açıklanmasını isteyen bir madde de eklendi. Bu maddenin programlaşması yolunda ortaya atılan başlıca tezler: 1.Osmanlı devleti sınırları içinde yaşayan Hıristiyan uyruklara tanınan hak ve ayrıcalıklar, Fatih Kanunnamesi’nde belirtildiği gibi iki bölümden oluşur. Birincisi; din özgürlüğü ile ilgili olduğundan, Babıali bunu her zaman yenilemeye hazırdır. İkincisi; yurttaşlık haklarıyla adalet ve özgürlük konusundaki ayrıcalıkları içerir. Gülhane Hattıyla, Müslüman ve Hıristiyan uyruklar arasınsa eşitlik ilkesini kabul etmiş olan Babıali, bundan öte ayrıcalıklar tanıyamaz (Türk tezi). 2.Paris Antlaşması’na eklenecek özel bir madde ile, Osmanlı Hıristiyanlarının hak ve çıkarları, Avrupa devletlerinin toplu güvencesi altına alınmalıdır (Rus tezi). 3.Tam anlamıyla bir din özgürlüğü ve hukuk eşitliği sağlanmalıdır (İngiliz tezi). 4.Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında; toplumsal haklar, vergiler, askerlik, milli eğitim ve devlet memurluklarına atanma gibi, öteden beri varolan ayrıcalıklar, bir fermanla kaldırılmalı ve uyrukluk eşitliği tam anlamıyla getirilmelidir (Fransız tezi). Rusya ile İngiltere’nin tezlerini reddeden Babıali, Fransa’nın tezini akla yatkın bularak benimsedi. İngiltere ile Avusturya da bunu kabul ettiklerinden, bir fermana dönüştürülen Fransız tezinin ilanı, Babıali’ye bırakıldı. Sadrazam, Şeyhülislam, hariciye nazırı ve Avrupa devletleri elçileri tarafından hazırlanan Islahat Fermanı, Gülhane Hattı’nda yer alan ilkeleri yineleme dışında, bunlara yenilerini de eklemiştir. Bu konuda bkz., Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, 24 Cilt, Cilt:11, Milliyet Gazetecilik A.Ş., sf:5494.
[82] Tanzimat döneminin son yıllarında “Fermanı Adalet” adı ile anılan bir ferman çıkarılmıştır. Fermanı Adaletin hemen arkasından Kanunu Esasinin ilan edilmiş olması, fermanın önemini yitirmesine neden olmuş ve uygulamaya konulamamıştır. Bkz., A. Şeref Gözübüyük, Yönetim Hukuku, 13.bs., Turhan Kitabevi, Ankara, 2000, sf:28-29. “Islahat-ı Dahiliyeye Dair Vekalet-ı Mutlakaya Hitaben Şerefsudur Olan Ferman-ı Alinin Suret-i Münifesidir” başlıklı belgeye, bir kısım resmi metinlerde “FERMAN-I ADALET” ünvanı verildiği yolunda bir değerlendirme ve anılan belgenin metni için bkz., Suna Kili-A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, a.g.e., sf:32-37.