İSLÂM HUKUK TARİHİNDE SOSYAL GÜVENLİK KURUMLARI VE SOSYAL YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA TEKNİKLERİ
DANS L’HİSTORİQUE DE LA CULTURE İSLÂMİQUE;LES TECHNİQUES DES ÉTABLİSSEMENTS DE SÉCURİTÉ SOCİALE ,D’AİDE ET DE SOLİDARİTÉ SOCİALE
Hadi SAĞLAM§
özet
Her devir ve toplumda insan, kısa veya uzun hayat sürecinde tabii ve sosyal nitelikteki çeşitli tehlikelerle (=rizikolarla) karşı karşıyadır. Can ve mal güvenliğini çeşitli şekil ve derecelerde tehdit eden bu tehlikelere karşı insanoğlu ve müesseseler devamlı mücâdele halinde bulunmuşlardır. İnsan fıtratındaki bir özden neşet eden bu mücâdele duygusu tarihin ilerleyen devirlerinde tecrübeyle tekâmül edip aynı gayenin tahakkuku için her ülkenin kendi kültür yapısına uygun olarak çeşitli şekillerde dizayn edilmeye çalışılmıştır.
Müslüman toplumlarda da İslâm’ın ilk yıllarından itibaren günümüz modern sosyal güvenlik kurumlarının sunduğu hizmetleri, dînî sosyal güvenlik kurumları olarak nitelendirebileceğimiz kardeşlik ilkesi, âile, devlet (beytü’l-mâl), âkile, zekat, vakıflar, sandıklar (âhilik ve loncalar) vb zorunlu ve/veya gönüllü kuruluşlar tarafından çoğu kez karşılığı Yüce Allah’tan beklenilerek o günkü şartlarda ifâ ediliyordu. Bu bağlamda İslâm hukuk tarihinde ortaya çıkan sosyal güvenlik kurumları ve sosyal yardımlaşma ve dayanışma tekniklerinin ne tür “sosyal riskleri” karşıladığı, birey ve toplumların sürekliliği için ortaya çıkan sosyal boşlukların nasıl doldurulduğu, geçmişten günümüze ne kadar yol alındığı, modern sosyal güvenlik tekniklerine kıyasla, temel oluşturan klasik sosyal güvenlik tekniklerinin neler olduğu hep merak konusu olmuştur. Biz bu makalemizde İslâm hukuk tarihinde sosyal güvenlik alanında gerçekleştirilen ve kurumsallaşan sosyal güvenlik müesseseleriyle kurumsallaşamayan sosyal yardımlaşma ve dayanışma tekniklerini ele almayı amaçladık.
Key Words: Sosyal Güvenlik, Âkile, Zekat , Vakıflar, Sandıklar (“Âhilik" “Lonca”)
Résumé
Dans toute l’époque et la vie sociale, durant sa vie courte ou longue l’etre humain;a toujours été face a toutes sortes de dangers (de risques) de caracteres naturel et social. L’etre humain et les établissements ont continuellement lutter contre les menaces variantes de formes et de degrés différentes, cantre la sécurité de vie et la sécurité matérielle, Le sentiment de lutte provenant des la création de l’etre humain,a évaluer avec experience dans les periodes de l’histoire ,et diverses formes ont été réalisés conformément a la formation culturelle de chaque pays eux-memes.
Chez le peuple Musulman depuis les premiers années de l’İslâm;nous pouvons qualifier les services donnés actuellement par les sociétés d’assurances comme un systeme sociaux-Religieux caractériser selon le principe de fratemité, comme toutes sortes de caisses d’aides ,l’aumone rituelle, les fondations,les caisses, “ahilik ve loncalar” réaliser pardes societes officielles ou bénévoles,compensés générallement par le Grand ALLAH selon les moyens de ce jours. Dans le domaine de la réalisation et de l’institutionnalisation des établissements de sécurité , et les techniques d’aide et de la solidadité sociale non officielle ; nous avons essayer de démontrer la richesse de Notre culture dans l’listoire.
Mans Clés: Sécurité Sociale, Pricipe De Fraternité, “Akile et Kasâme”, Aumone Rituelle Et “Fitre”, Les Fondations, Les Caisses (“Âhilik, Lonca”)
I. GENEL OLARAK
İslâm hukukunun temel kaynakları, Kur'ân ve (sahih) sünnettir. Bu temel kaynaklarda, bireyi mutluluğa, toplumu huzur ve güvene kavuşturacak ana prensipleri, açıklama ve yönlendirmeleri bulmak mümkündür. Bu temel kaynakların da bazı vasıfları vardır. Bu vasıflardan biri detaya inmemeleri, diğeri ise ayırıcı vasıfları dikkate almadan genel hükümler içermeleridir. Bu bağlamda Kur'ân'ın, genellikle, genel norm niteliğinde evrensel sabitelerle gerçek bilginin öğretisini içerdiği, sünnetin ise, genellikle özel norm niteliğinde bireysel ve toplumsal pratikleri oluşturduğu söylenebilir.
Kur'ân ve sünnet, fert ve toplumlara takip edecekleri ana çizgiyi, koruyacakları temel değerleri, taşıyacakları mükellefiyet ve sorumlulukları göstermekle veya hatırlatmakla yetinir. Bu genel kriterler doğrultusunda İslâm hukukunun temel kaynaklarına baktığımızda, sosyal güvenlik ve sosyal yardımlaşma ve dayanışma alanında doğrudan veya dolaylı olarak öngören birden fazla nass bulmak da mümkündür.
II. KURÂN’DA SOSYAL GÜVENLİK VE SOSYAL YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMAYA İŞERET EDEN NASSLAR
Kur'ân-ı Kerim'deki "Biz emaneti, dağlara taşlara teklif ettik, onlar bu emaneti taşımaya yanaşmadılar. Bunu insan yüklendi"[1] ayetinde söz konusu edilen emanetten maksadın en genel anlamda " irâdî sorumluluk" olduğu söylenebilir.
"Sadakalar (zekatlar); Allah'tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekat işinde çalışanlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacaklara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalmışlara aittir. Allah bilendir, hakimdir."[2] Bu ayete göre de toplum varlığının sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için toplumsal denge ve barışın bir şekilde sağlanması ve fertler arasında duygusal gerilime yol açabilecek etkenlerin giderilmesi gerekir. Bu düzenleme toplumdaki ekonomik dengesizliğin yol açabileceği muhtemel olumsuz sonuçların azaltılabilmesi için zekatı zorunlu ve önemli bir “sosyal güvenlik” olarak sunmakla kalmıyor, aynı zamanda bunun işleyişinde son derece önemli insani meziyetlere, psikolojik faktörlere de işaret ediliyor.
"Hangi biriniz, kendisi ihtiyarlamış ve çocukları da güçsüzken, altlarından ırmaklar akan, hurma, üzüm ve her çeşit meyveleri bulunan bahçesinin, ateşli bir kasırganın kopmasıyla yanmasını ister.? Düşünesiniz diye Allah size ayetlerini böylece açıklar”[3] ayeti de tehlikelere karşı “tedbir” almaya işaret etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim’in "iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmaya"[4] çağırması ve "Müslümanların birbirlerinin yardımcıları"[5] olduğunu ifade etmesinin de birer “sosyal tedbir” gayesine yönelik olduğu söylenebilir. Ayrıca bir çok ayette bu doğrultuda hüküm de bulmak mümkündür. Bunlardan bazıları şunlardır:"Allah yolunda sarf edin, kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın."[6], " ... Kimse yarın ne kazanacağını bilemez, hiç kimse nerede öleceğini de bilemez."[7], "Sana yetimleri sorarlar, de ki: " onların işlerini düzeltmek hayırlıdır".[8] "Allah'a kulluk edin, ona hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve eliniz altında bulunan kimselere iyilik edin..."[9] "Ey iman edenler.! sulh ve selamete hep birlikte girin."[10] Bu âyetlerde dikkat çekilen hususlardan her birinin, sosyal adalet ve dengeyi kurmaya yönelik, sosyal güvenlik içerikli naslar olduğu anlaşılmaktadır.
İslâm’da emniyet ve güvenin, arzulanan ve aranan bir nimet olduğu bir çok ayette de ifade edilmiştir.[11] Ayrıca "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et...."[12] "Mâunu (yardımı) sakınırlar"[13] ayetleri de sosyal dayanışmayı ortaya çıkaran toplumsal birlikteliği gerçekleştiren unsurlara işaret eder. Görüldüğü gibi ayetler, müminlerin kardeş olduğunu, yetim, yoksul ve düşküne yardım ve nafakalarının temin edilmesi gerektiğini, dolayısıyla topluca emniyet ve güvenin sağlanmasında ana hedeflerden bahseder. Keza bir çok ayette mülkün asıl sahibinin Allah olduğu, Allah’ın mülkü dilediğine verip dilediğinden de çekip alabileceği, insanların dünya hayatı içerisinde kendilerine verilen nimetlerin onun yolunda ve onun istediği tarzda harcaması ve Allah adına kendisine verilen mal ve mülkü onun rızası doğrultusunda kullanması gerektiği ifade edilmiştir. Dünya hayatında kendisine verilen her nimetten hesaba çekileceği, geçici bir imtihan dünyasında olduğu, rızkı verenin ancak Allah olduğu bilinciyle hareket etmesi gerektiği önerilmiştir.[14] İslam hukuk tarihinde Müslüman toplumlar, bu temel esaslar doğrultusunda dünyaya bakışlarını şekillendirmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda sosyal güvenlik alanında çoğu bireysel bazda kalsa da kurumsal olarak, sosyal denge ve sosyal adaletin korunması bağlamında, sosyal sorumluluk sahasında sosyal müesseseler kurmuşlardır.
III. SÜNNETTE SOSYAL GÜVENLİK VE SOSYAL YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMAYI ÖNGÖREN HADİSLER
Hz. Peygamber (s.a.v.) vedâ haccında bütün Müslümanlara hitaben, "Bu gün, bu ay ve bu belde nasıl kutsal ve mukaddes ise, canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da öylesine her türlü tecavüzden korunmuştur"[15] buyurarak, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin korunması hususunda toplumsal sorumluluğa ve hukuk güvencesine işaret etmiştir.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.), "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz. Devlet başkanı çobandır ve güttüklerinden (vatandaşlarından) sorumludur. Aile reisi ailesi içerisinde çobandır ve güttüklerinden ev halkından sorumludur. Hizmetçi efendisinin malı konusunda çobandır ve güttüklerinden sorumludur" (Râvi diyor ki, zannederim Rasulullah şöyle de dedi) "Adam babasının malı konusunda çobandır ve güttüklerinden sorumludur. Hulasa hepiniz çobansınız ve güttüklerinizden sorumlusunuz,"[16] buyurarak gözetme ve koruma sorumluluğuna işaret etmiştir.
Hadise baktığımız zaman herkesin kendisine göre sorumluluk taşıdığını, sorumsuz kimsenin olmadığını görüyoruz. Konumuz açısından en önemli nokta da ailenin devlete, devletin aileye âdeta benzetilmiş olmasıdır. Sanki devlet küçültülmüş adına aile denmiş, aile büyütülmüş adına devlet denmiştir. Her ikisinin de başkanları var, her iki başkan birer teşkilatın başında bulunmakta ve sorumluluk taşımaktadır.
Diğer bir hadiste ise, "Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah’ta onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah’ta o sebeple onu, kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır."[17] "Vârislerini bir başkalarına el açacak bir şekilde bırakmaktansa, onları zengin olarak bırakmak çok daha hayırlıdır."[18] Ayrıca,"komşusu aç gezerken tok yatan bizden değildir."[19] "Bir kimse kendisi için istediği şeyi mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olamaz."[20] "Müslümanlar birbirini sevmede, birbirine acımada, bir vücudun organları gibidir. Organlardan biri şikayet ederse, vücudun diğer organları onun acısına iştirak eder ve onun yardımına koşar."[21] "Mümin, mümine karşı, parçaları birbirine bağlayan destek olan bina gibidir,"[22] buyurularak sosyal güvenlik alanında sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya işaret edilmiştir.
Nitekim Ebu Said el-Hudrî (r.a)’nin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber bir sefer esnasında şöyle buyurmuştur: “Kimin yanında fazla bineği varsa, bineği olmayana versin. Kimin yanında fazla yiyeceği varsa, yiyeceği olmayana versin.” Ravi diyor ki: “Hz. Peygamber daha başka malları da saydı. Öyle ki biz hiç kimsenin, yanında fazla olan bir şey bulundurmaya hakkı olmadığını anladık.”[23] Özellikle zaruret ve yokluk anlarında varlıkların kardeşçe paylaştırılması toplum ruhunun sağlamlığına delalet eder. Sosyal güvenlik açısından bu hadis çok düşündürücüdür. Yine Ebu Musa el-Eş’arî’den bir rivayette “Eş’ariler, gazada azıkları tükenmeye yüz tuttuğu veya Medine’de ailelerinin yiyeceği azaldığı zaman, yanlarında ne varsa getirip bir yaygıya dökerler. Sonra bunu bir kapla aralarında eşit olarak paylaşırlar. İşte bu yüzden Eş’ariler bendendir. Ben de onlardanım.”[24] Ayrıca bir hadiste: "Beş şeyden evvel beş şeyin kıymetini biliniz: Ölümden önce yaşamanın, hastalıktan önce sağlığın, meşguliyetten önce boş zamanların, ihtiyarlamadan önce gençliğin ve fakirlikten önce zenginliğin kıymetini biliniz"[25] denilmiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v) devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bedeviye; "Önce deveni bağla Allah’a öyle tevekkül et,"[26] buyurarak tevekkülden önce tedbirin alınması için uyarıda bulunmuştur. Keza Hz. Peygamber (s.a.v), dünya ahiret-dengesine "hiç ölmeyecekmişçesine dünya için yarın ölecekmişçesine ahretin için çalış,"[27] tavsiyesini yaparken, insanın dünya ve ahiret dengesini kurması gerektiğine işaret etmiştir.
Müminlerin bir vücut gibi olduğunu bildiren nasların ve tevhit inancının zımnında da bir sosyal güvenlik hakkı ve fikrinin bulunduğu söylenebilir. Nassların genel ruhundan da anlaşıldığına göre, birey ve toplumlarda, sosyal sorumluluk bilinci oluşturularak geniş anlamda sosyal ödevler ve sorumluluklara dikkat çekilmiştir.
Gerek Kur'ân'da gerek Hz. Peygamberin sözlerinde ve örnek davranışlarında insanlar arasında yardımlaşmayı, birbirinin sıkıntı ve ihtiyaçlarını gidermeyi teşvik eden bir çok genel ilke ve özel hüküm mevcuttur. Bu bağlamda sosyal güvenlik, sosyal yardımlaşma ve dayanışma teknikleri ayet ve hadislerin işaret ettiği anlayışlara göre zorunlu veya isteğe bağlı kurulan veya kurulması gereken ‘sosyal bir müessese’ olmalıdır.
IV. İSLÂM HUKUK TARİHİNDE SOSYAL GÜVENLİK KURUMLARI SOSYAL YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA TEKNİKLERİ
1. Genel Olarak
Sosyal güvenlik, tarih boyunca çeşitli şekillerde ortaya çıkmış, bu alanda çeşitli yollar ve teknikler denenmiştir. Birey ve toplumların sosyal güvenliklerini sağlamak için başvurdukları bu yollar, insan düşüncesi gelişip ihtiyaçlar değiştikçe gelişme ve değişme göstermiştir. Bununla birlikte (zekat ve vakıf gibi) bir kısmı bugün bile hâla sık sık başvurulan bir teknik olma niteliğini koruyabilmiştir.
Çağımızdaki modern sosyal güvenlik teknikleri geliştirilinceye (17.18. yüzyıla) kadar Müslüman toplumlarda sigortaya duyulan ihtiyaç da çeşitli müessese ve usullerle gideriliyordu. Zira İslâm’ın ilk yıllarında hayat oldukça sade bir yapı arz ediyordu. Müslümanlar, tarım toplumu şartları içerisinde yaşadıkları dönemlerde, sosyal güvenlik alanında geliştirdikleri sigorta benzeri teknikler vardı. Bu müesseseler, Hz. Peygamber (s.a.v) devrinden itibaren “kardeşlik ilkesi, aile müessesesi, devlet (beytülmâl), âkile ve kasâme, zekat ve sadaka, vakıflar ve sandıklar” şeklinde zikredilebilir.
İslâm kültür tarihinde önemli yeri olan ve makalemizin temellendirilmesine ışık tutması açısından da önemli bulduğumuz bireysel ve toplumsal müesseseleri, (zorunlu) kurumsallaşarak sosyal güvenlik işlevi gören müesseseler ve (isteğe bağlı) kurumsallaşmayan sosyal yardımlaşma ve dayanışma teknikleri şeklinde ele almaya çalışacağız.
1.1. Kurumsallaşan Müesseseler
1.1.1. Kardeşlik ilkesi
Yukarıda ayette, “Müslümanlar ancak kardeştir” genel ilkesi doğrultusunda Peygamber (sav) sosyal siyaset gereği, ensarla muhâcirleri, birbirine ısındırmak, aralarında anlaşmazlık çıkmasını önlemek, maddî ve mânevî sıkıntılarını gidermek için birbirleriyle kardeş kıldı.[28] Bu kardeşlik, kuru bir tören olmakla kalmayıp, birinin diğerine, hayatta yardım etmesi, ölümünde mirasçı olması biçimindeydi. Zira bu anlaşmanın bütün koşulları sonuna dek sürdü. Ancak, miras konusu daha sonra bir ayetle kaldırıldı.[29]
Bu sosyal siyaset, İslâm kültürünün öteden beri öngördüğü bir toplumsal hayat ideali olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber Müslümanların birbirleriyle manen kardeş olduklarını ve aralarındaki içtimaî dayanışmanın boyutlarının çok kapsamlı olması gerektiğini şu hadisinde özlü bir biçimde ifade etmiştir: "Sen müminleri, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede, birbirlerine şefkat göstermede tıpkı yek bir vücut gibi görürsün; (yani) onun bir uzvu rahatsızlansa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararetle onun rahatsızlığına ortak olurlar."[30] İnsanlık tarihinde benzeri görülmemiş böylesine önemli bir olay, ilk İslâm toplumunda gerçekleşmiş olması itibariyle, İslâm tarihinde sosyal adâletin tesisi ve toplumsal dayanışmanın sağlanması yolunda atılmış oldukça önemli bir adım olsa gerektir.
İslâm Medeniyeti, toplumda adaletin, iyiliklerin ve güzelliklerin hakim kılınabilmesi için sadece Müslümanlar arasında değil aynı zamanda herhangi bir inanç ayrımı yapmaksızın genel olarak insanlar arasında karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma ilkesinin gerekliliğine vurgu yapmıştır.[31] Ancak özellikle Müslümanlar arasında gerçekleştirilmesi öngörülen bu ilke, esasen "kardeşlik" anlayışının bir gereğidir. Nasıl ki aynı ana-babanın evladı olan kan kardeşlerinin, ailenin güçlenmesi ve geleceğe daha güvenle bakabilmeleri için birbirleriyle yardımlaşmaları gerekiyorsa, aynı şekilde Kur'ân'ın birbirlerini kardeş olarak gördüğü müminlerin de gerektiğinde yardımlaşmaları ve dayanışmaları bir zorunluluktur.[32] Bu yaklaşım tarzı, İslâm'ın öngördüğü dindarlık anlayışının bir gereğidir. Dindar insan, hem bireysel mutluluğu ve hem de toplumsal adaletin sağlanması için Allah'ın kendisine verdiği imkanlardan, nimetlerden, kabiliyetinden, servetinden vs. başkalarını da faydalandıran, bunları başkalarıyla paylaşan, mülkün asıl sahibinin Allah (c.c) olduğu bilincinde olan kişidir.
1.1.2. Aile Müessesesi
Aile, toplumun en küçük sosyal kurumudur. Bu bağlamda İslâm toplumlarının temeli de ailelerden oluşur. Kurumsal bazda bireylerin sosyal güvenlik ve sosyal yardımlaşma ve dayanışma alanındaki masraflarından öncelikle birey ve ailesi sorumludur. Bilindiği gibi aile içerisindeki akrabalar birbirine “nafaka” vermekle yükümlüdürler.[33] Ancak akrabalar arasındaki bu nafaka yükümlülüğü sadece çekirdek aile olan karı, koca ve çocukları ihtiva etmiyordu.[34] Klasik anlamdaki geniş aile tipinde, yakından uzağa doğru tüm akrabaları hatta komşuyu da içeren bir sosyal güvenlik ve sosyal yardımlaşma ve dayanışma gerçekleşirdi.[35] Tüm bu geniş aile bireyleri aile içi yardımlaşma ile dînî referanslı belli bir sorumlulukla nafaka yükümlüsü idiler. Bu nafaka yükümlülüğü yakından uzağa bir topluma kadar taşırılmıştır.[36] Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de, varlık sahibi olan herkesin nafaka vermekle yükümlü olduğu ifâde ediliyor. "Varlıklı olan kimse imkânına göre nafaka versin. Rızkı kısılmış olan kimse de Allah'ın kendisine verdiğinden versin."[37] âyeti, herkesin durumuna göre çevresindeki insanları gözetmek durumunda olduğunu ifâde etmekle birlikte, nafaka vermekten korkmanın yersiz olduğunu da vurgulamaktadır.[38]
Ailenin biyolojik, psikolojik, ekonomik sosyalleşme ve eğitim gibi fonksiyonları vardır. Aile, sosyal güvenliğin ilk paylaşıldığı sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın ilk gerçekleştiği yer olduğu için temeldir. Bireyin sosyal güvenlik alanındaki ihtiyaçlarının karşılanması ve nafakasının temininde öncelikle birinci derecede bireyin kendisi daha sonra ailesi, yakın akrabaları, bütün bir toplum ve devlet sırasıyla sorumludur.
1.1.3. Devlet (Beytülmâl)
Sorumluluk açsından bakıldığında devletin, birey ve toplum üzerinde bir takım garantörlük yükümlülüğü bulunmaktadır. Şöyle ki sosyal devlet, tebaasına iş bulmak ve onlara iş güvencesi sağlamakla yükümlüdür. Aynı zamanda âciz ve muhtaç kişilerin kefilidir. Yine devlet, tüm vatandaşlarına normal yaşamlarını sürdürecek seviyede maddî gelir sağlamak zorundadır. Tüm bunların yanında sosyal devlet, bireyler arasında yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik edip bu amaçla programlar hazırlayarak yardımlaşma fikrini devamlı canlı tutmak; bireylerin sosyal adalet ve sosyal güvenliklerini temin etmekle de yükümlüdür.[39] Zira İslâm’ın hedeflerinden birisi de, yardımlaşmaya dayalı bir toplum oluşturmaktır. Nitekim Kur'ân ve sünnette bu doğrultuda pek çok emir ve teşvik mevcuttur.[40] Bu düşüncelerden hareketle devletin görevlerini ifa ettiği, yardımlaşma ve dayanışma şuuru içinde bireylerini eğittiği bir toplumda, günümüz sigorta müesseselerine ihtiyaç duyulmayacağı, onların verdiği hizmetin karşılıksız olarak bu kurumlarca verilebileceği savunulmuştur.[41] Bu kurumların başında da beytülmâl gelmektedir.
Beytü’lmâl, tarihî olarak, toplumsal ihtiyaçların karşılanması için kurulmuş bir kamu hazinesi manasına gelir.[42] Devletin elinde toplanan malların bütününü ihtiva eden hazine demek olan beytülmâl da bir hükmi şahsiyete sahiptir.[43] Beytülmâl müessesenin aktifindeki mallar meşru olarak bütün Müslümanların mülküdür. Eğer toplumun bir üyesi, her ne sebeple olursa olsun, geçimini kazanamaz durumuna düşerse, en azından geçimi için ona gerekli yardımı yapmakla devlet sorumludur.[44] Keza kamu hizmetlerinin masrafını karşılamak, yani hasta ve fakir, mazlum ve kimsesizlere yardım müesseseleri oluşturmak da devletin görevleri arasındaydı.[45] Bütün bu sosyal güvenlik tedbirlerine ilaveten yardımlaşma ve dayanışma cemiyetleri oluşturmak, kredi sağlamak ve mâlî ihtiyaç içinde bulunanlara yardım yapmak beytülmâlin fonksiyonları arasındaydı. Genel olarak söylemek gerekirse, hazine geliri, sosyal güvenliği korumak için kullanılırdı. Zamanla beytülmâlden o günün sosyal şartlarında tehlikeye maruz kalanlar için sosyal güvenliğin bir türü olan diyet gibi yardım tedbirlerine başvurulduğu da görülmekteydi.[46]
İslâm devlet felsefesinde bireyler, müslim ve gayri müslim olmasına bakılmaksızın, sosyal güvenlik garantisi altındadırlar. Nitekim Hz. Ömer zamanında oluşturulan divanlar vasıtasıyla beytülmâlden ödenen maaş sistemi bunun açık örneğidir. Gayri Müslim tebaa dahi bu maaştan faydalandırılıyordu. Hiç kimse açıkta kalmamak üzere herkese maaş bağlanmıştı. Çocuklar doğar doğmaz maaşa hak kazanır, gençler de maaşlarını geçimleri nispetinde asgari ölçüde alırlardı. Yetişkinlerde hayatları için lüzumlu olan asgari miktarı alıyorlardı. Başlangıçta Halife gruplar arasında hususi bir ayırım göstermiş, ancak hayatının sonuna doğru tam bir eşitlik göstermeye karar vermişti. Fakat bu ıslahatı yapmadan vefât etmiştir. [47]
Bu noktada devlet, temel hakların korunmasında kefil hükmündedir. Zira Müslüman ülkede oturan gayri Müslimlerden alınan cizye, can ve mal varlıklarının korunmasının teminatı içindi. [48] Anladığımız kadarıyla İslâm devlet felsefesinde, gelirlerin halk için toplanması bir esas olduğundan, bütçe fazlası gelirler büyük meblağlara ulaşınca, sosyal devlet anlayışı gereği fonksiyon alanına göre, divanlar aracılığıyla herkese maaş bağlanarak, sosyal güvenlik hizmeti sunulurdu. Zira devletin varlık amacı, insanların güvenliklerinin sağlanması, adaletin temini, bireylerin hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasıdır.
Kanaatimizce beytülmâl, Hz. Peygamber zamanından itibaren, zamanın şartlarına göre, yoksullara ve muhtaçlara yardım yapmak, kredi sağlamak bireylerin üstesinden tek başına kalkamayacağı durumlarda sosyal güvenlik ve dayanışmaya katkıda bulunmak gibi bir bakıma genel sosyal güvenlik fonksiyonlarını icra etmekteydi. Bu fonksiyonlarıyla beytülmâlin, modern sosyal güvenlik müesseselerinin ilk teşekkülü olduğu söylenebilir.
1.1.4. Âkile Müessesesi
Âkile sözcüğü, diyet ödemek anlamına gelen "akl" mastarından ismi fâil olup diyeti ödemeyi üstlenen kimse veya kimseler demektir.[49] Peygamberimiz (s.a.v)’den önce Mekke halkı, âkile adı verilen kabileler şeklindeki gruplardan oluşuyordu. Medine’de kurulan devletin esası da bu âkile sistemine dayanmaktaydı. Zira Medine sözleşmesinde sosyal sigortanın ilk izleri sayılabilecek; öldürme veya yaralama halinde öldürülenin ailesine verilecek olan kan bedeli, harp esirlerinin kurtarılması için ödenecek olan fidye, ağır mâli mesuliyetler altında bulunan müminlerin bundan kurtarılması gibi durumlar tanzim edilmişti.[50]
Bu yönleriyle Medine sözleşmesinin bir çok maddelerinde sigortaya benzer düzenlemelere rastlamak mümkündür. İslâm Medeniyetinin ilk Anayasasında yer alan kabileler arası yardımlaşmayı ön gören maddeler de bu nitelikteydi.[51]
Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için âkile müessesesinin toplumda hangi ihtiyaçlardan doğup hangi ihtiyaçları karşıladığına bakmamız yerinde olacaktır. Bilindiği üzere bir kimse harpte esir düşerse, fidye karşılığında onun hürriyete kavuşturulması, hatâen öldürme ve müessir fiillerden dolayı da kan bedelinin ödenmesi gerekirdi. Bu tehlikeler çoğunlukla esir veya suçlu şahsın imkanlarının dışında kalırdı. Bu ihtiyaçtan dolayı Hz. Peygamber, mütekabiliyet esası üzerine (günümüz anlamında sigorta işlevi gördüğünü söyleyebileceğimiz) bir meâkil sistemi tesis etti. Bu sisteme göre, bir kabilenin mensupları, kabilelerinin hazinelerine kendi imkanlarına göre para yardımı da yapacak, kendisine böyle bir para lazım olduğu zaman bu yardımı hazineden bekleyeceklerdi. Eğer kabilenin hazinesi kâfi gelmezse, diğer akraba ve komşu kabileler onların yardımına gelmek durumunda idiler. Tekmil bir bütün içinde bu üniteleri teşkilatlandırmak için bir “silsile-i merâtip” teşkil edilmişti. Bu tertip sırayla, divan ehli, mensup olduğu aşiret, kavim ve kabilesi, beytülmâl ve mevlâdır.[52] Medine’deki malum kabileler yanında, Peygamber (s.a.v.) esas itibariyle Mekke’nin muhtelif kabilelerine mensup olan yahut Habeşistan’dan gelen veya Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden gelmiş olan Mekke muhacirlerinin de, bahsi geçen sosyal güvenlik isteklerine uyarak bir tek yeni kabile halinde teşkilatlanmasını emir buyurdular.[53] Bu bağlamda âkile müessesesinin toplumsal bir ihtiyaçtan doğduğu ve bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak için de geliştiği söylenebilir. Zira Hz Ömer tarafından "divan" diye adlandırılan müessesenin menşei de Hz. Peygamber zamanındaki "âkile" sistemine dayanıp toplu ödemeleri ve yükleri belli bir kesime yayma, sorumlulukları paylaşma amacını taşıyordu. Maktulün diyetini ödemeyi, sadece suçlu üzerinde bırakmayıp onun yakın akrabalarına da ödeme sorumluluğu getiren "âkile sistemi" Râşit Halifelerden itibaren giderek daha da geliştirilmiş ve belli iş kolları ve meslek gruplarının üyeleri arasında ortak bir dayanışma ve yardımlaşmaya dönüşmüştür.[54]
Hz. Peygamberin (s.a.v.) vefâtından sonra kurulan devletlerde de, bu sistem korunmuş, ancak önceleri akrabalık bağına dayanan bu sistem geliştirilerek akdî bir bağ şekline dönüştürülmüştür.[55] Mezhep ve medreselerin ortaya çıkması, ilmî ve iktisâdî faaliyetlerin artması, iktisâdî alanda birliktelik sağlayan sivil toplum örgütlerinin (fütüvvet, âhilik, lonca vs) teşekkülüyle de bu kurum, kiyas yoluyla belli bir ölçüde genişleme imkanı bulmuştur. Demek ki, âkile sistemi siyasî, ilmî, iktisâdî ve dinî olmak üzere gelişmiş ve bir ölçüde farklı uygulama imkanı bulmuştur.[56]
İslam hukuk tarihindeki âkile müessesesinin günümüz modern sigorta sistemiyle kıyaslanarak benzerliklerini ortaya koyacak olursak;
1) İslâm hukukunun başlangıçta uygun bularak devam ettirdiği bir adet olan âkile sistemi, zararların sırf bunun muhatabı bireylerce değil de yardımlaşma ve dayanışma içinde olan bir topluluk üyeleri arasında bölüştürülerek karşılanması tekniği[57] olması bakımından günümüz sosyal güvenlik tekniklerinde sigortaya benzetilebilir. Bu müessesede hükmün illeti, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma; hikmeti ise, riskin hafifletilmesi olarak anlaşıla gelmiştir. Bu yüzden hükmün müessir sebebine bakan Hz. Ömer (r.a.), bilahare âkileyi asabe olmaktan çıkarıp divanlara vermiştir. Divan, aynı kütükte kayıtlı olan ve aynı yerden maaş alan kimselerin diyeti ödeme hususunda birbirlerine yardımcı olmalarını gerektiren bir müessesedir.[58] Bundan hareketle İslâm hukukçularının bazıları da, sosyal siyasete bağlı olarak âkilenin değişebileceğini, aralarında dayanışma olabilecek meslek gruplarının birbirine âkile olabileceğini hükme bağlamışlardır.[59]
Hanefi hukukçuların genişletici yorumu esas alındığında, kişinin askeri veya mesleki örgütünün, bu amaçla kurulan dayanışma ve sosyal sigorta kurumlarının da âkile kapsamında düşünülmesi, böylece İslâm toplumunda bütün bireyleri kapsayan yaygın bir sosyal sigorta ve dayanışma organizasyonunun gerçekleşmesi mümkün olabilir.[60] Nitekim günümüzde işçiler, memurlar ve esnaf teşekküllerinin bağlı olduklar; Sosyal Sigorta Kurumu, Emekli Sandığı, Bağ-Kur gibi sosyal güvenlik kurumları bu teşekküllerin bir benzeridir. Bu bağlamda özel teşebbüsler tarafından organize edilen sigorta şirketlerini de zikretmek gerekir.
2) İslâm hukuk doktrininin oluştuğu dönemde, müslüman toplumların geleneksel kültür ve sosyal yapıları, diyetin suçlu için bir ceza olmaktan çok ölenin kan bedeli, ailesinin uğradığı potansiyel kaybın tazmini olarak telakki ediliyordu.[61] Gerek âkile gerekse kasâme ilk bakışta suç ve cezanın şahsiliği prensibine aykırı gibi görünse de, bu iki uygulama bir taraftan maktulün kanının heder olmasını önleme, diğer taraftan ailenin, akraba birliğinin ve toplumun bireyleri ve çevrede olup bitenler hakkında daha duyarlı olmasını sağlama yönünden olumlu etkilere sahipti. Öte yandan İslâm ceza hukukunda suçlarda şahsî sorumluluk esası hakim olmakla birlikte diyet, tam bir ceza olmayıp bir yönüyle tazmin ve kan bedeli[62] mahiyetinde olduğundan hem diyet borçlusunun ağır iktisâdî yükünü hafifletme ve maktulün ailesine ödemeyi sağlama, hem de toplumda öteden beri devam ede gelen kollektif sorumluluk, sosyal dayanışma ve güvence fikrini bir yönüyle de olsa canlı tutma gibi düşüncelerle diyet borcu belli durumlarda başka kesim ve gruplara da taşırılmıştır.[63] Zamanla kollektif sorumluluk bilincinin daha da gelişmesiyle âkilede olduğu gibi, haksız fiil sorumluluğundan değil de hukuka aykırı olmayan bir fiilden (irâdî ve akdî) "sorumluluk yüklenme noktasında" iki müessese benzerlik gösterir.
3) Diyeti, âkilenin ve üçüncü şahısların ödemeyi üstlendiği durumlarda ise artık diyet bir cezadan çok sosyal sigorta ve (maddî ve mânevî) tazminat görünümündedir. Zira İslâm hukukunda öldürme, yaralama ve sakat bırakmalarda suçluya, onun yakın çevresine, mesleki teşekküllere ve son olarak devlete yüklenebilen diyet borcu, suçluyu cezalandırmaktan çok haksız fiilden doğan zarar ve mağduriyeti gidermeyi, suç mağdurunun haklarını korumayı hedef alır.[64] Bu sistemle, kaza kurbanlarının haklarını çiğnetmemek, kazayı işleyenlerin omuzlarındaki ağır yükü de hafifletmek maksadıyla katl, yangın, hırsızlık vb. gibi, felaketlerin meydana getirdiği ağır sorumlulukların, birey olarak üstesinden kalkılamayacak durumda olan, zarar yükünün bölünerek taşınabilir hale getirilmesi hedeflenmiştir. Bu durumla rizikonun, sigortalılar arasında paylaştırılması noktasında benzerlik vardır.
4) Kazaen öldürmede âkilenin diyeti ödemesi mecburi kılındı. Ancak "kasten öldürme suçunda avâkilden bir şey alınmaz"[65] buyurularak, kasten öldürme bunun dışında bırakmıştır. Aynı durum günümüz sigorta sözleşmesinde de güvence dışı kalan hallerdendir. Böyle olmasaydı, kasıtlı suçta, suça teşvik unsuru bulunurdu. Görüldüğü üzere İslâm hukukunda başlangıçta "âkile sistemi" gibi düzenlemelerle zararların sırf bunun muhatabı bireylerce değil de yardımlaşma ve dayanışma içinde olan bir topluluk bireyleri arasında bölüştürülerek karşılanması yolu getirilerek gayri iradi rizikoların paylaşılması hedeflenmiştir.[66] Ayrıca günümüzdeki sosyal güvenlik ve sosyal devlet anlayışının da desteğiyle klasik doktrindeki diyet kurumunun, çağımız toplumlarda yeni bir anlayış ve yapıda işlerlik kazanması, böylece, tabii ve sosyal nitelikteki tehlikelerle, haksız şekilde meydana gelen ölüm ve yaralanmalardan (müessir fiillerden) mağdur olan şahısları koruyucu ve tatmin edici bir sosyal güvenlik ağı kurulmasının mümkün olabileceği söylenmektedir.[67]
Nitekim günümüzde kazaen ölüm ve maluliyet klozu olarak belirlenen tam veya kısmi maluliyet teminatlarından maksat, sigortalının bir kaza neticesinde dûçar olabileceği bedeni sakatlık halleridir. Tam ve kısmî maluliyet tazminatı, sigorta hususi şartlarında her uzvun tazminat miktarı, ödediği primle yüzde olarak belirlenerek gösterilmektedir. Görüldüğü gibi âkilenin ödeyeceği diyet ve erş tazminatları günümüzde geliştirilerek çağın ihtiyaçlarına göre her toplumun kendi şartları ve kültür düzeyi içerisinde değerlendirilmiştir.[68] Yoksa insana ve uzvuna bedel kılınan diyet ve erş meblağı onun gerçek fiyatı olarak anlaşılmamıştır. Yani bir insanın fiyatı 100 deve veya her uzvunun fiyatı şu kadar meblağ şeklinde algılanmamıştır. Nitekim İslâm hukuk doktrininde insanın canına, bedenine verilen zararlar değer ile tazmin edilir.[69] Çünkü ölen bir insanı canlandırmak, kopan bir organın yerine yenisini takmak çoğu kez mümkün değildir. Bu nedenle de misli ile tazmin söz konusu olmaz. Ancak ölen kimsenin, zarar gören organının veya beden parçasının tazminatı olarak diyet, erş, hükümetü'l adl gibi tazminatlar ödenir. Buna göre cismani zararların tazmin şekli, değer ile tazmin grubunu girer.[70]
5) Diyeti, ya rizikoya uğrayan ya da ailesi alırdı. Diyetin 1/3’ü ailesine 2/3’ü âkilesine ödenirdi.[71] Âkile topluluğu içerisinden birine diyet ödeneceği zaman, yukarıda belirlenen esaslarla dağıtılırdı. Ancak bazı âkile mensupları, kendi âkilelerinden birisinin başka âkile topluluğuna karşı diyet ödeme sorumluluğu altına girebilecekleri ihtimalini göz önünde tutarak diyetlerinden paylarına düşen miktarını almayıp bunu bir güvence olarak bekletmekteydiler. Bu durum karşılıklı sigorta anlayışını yansıtmaktadır. Doğal olarak bu sistem akdi sorumluluk sözleşmesidir. Gerek âkile prensibindeki diyet ödeme durumundaki kaza ile ölümün ne zaman gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin bilinmemesi, gerekse sigorta sözleşmesindeki ölüm zamanının ne zaman başa geleceğinin bilinmemesi hususunda garar mevcuttur. Her ikisinde de benzer belirsizlik vardır.[72]
6) Hanefi fukahası "aynı kütükte kayıtlı olan ve aynı yerden maaş alan kimselerin diyeti ödeme hususunda birbirine yardımcı olmaları gerektiği" üzerinde durmuşlardır.[73] Tarihte oluşturulan sandıklar bu anlayışın bir tezahürü olarak da görülebilir. Âkilenin en az miktarı 700 kişiden ibarettir. Bundan noksan olursa diyetin geri kalan kısmını ikinci takip derecedeki âkile efradı ödemekteydiler.[74] Bu iki uygulama âdeta günümüzde sigorta ve reasürans şirketlerinin görevlerini üstlenmişlerdi. Daha sonraki zamanlarda tehlikelerin farklı olmasına rağmen bu sistemin geliştirilemediği görülmüştür. Zerka, M. Hamidullah ve bazı İslâm alimleri bu sistemin günümüzün sosyal sigorta görevini ifa ettiğini söylemektedirler.[75] Ancak bu müessesenin sonraki dönemlerde yeteri kadar geliştirilemediğinden Müslüman toplumlarda Batıdaki tarzda bir sigorta müessesesi görülmemiştır.[76]
İlk Müslüman idareciler tarafından uygun bulunarak devam ettirilen İslâm öncesi örf ve âdetlerden olan âkile sistemi, bir nevi maddî ve mânevî tehlikelere karşı zorunlu kollektif yardımlaşma ve dayanışma sandığı niteliğindeydi. Akile ve sigorta sistemlerini birlikte ele aldığımızda sonuç itibariyle her iki müessesenin gayesinin de tehlikelerin ağır sonuçlarına karşı bireyler arasında bir yardımlaşma düşüncesini tesis etmekte olduğu anlaşılmaktadır. Ancak her müessesenin kendi şartları içerisinde değerlendirilmesinin daha doğru olacağı açıktır. Avâkil sistemi, tarihte kazara öldürmeden doğan mâlî mesuliyeti yüklenme hususunda şer’an mecbur kılınmış, bir tür yardımlaşma ve dayanışma olduğu gibi, günümüz özel sigorta sistemi de sözleşme yoluyla ve ihtiyarî olarak bir yönüyle yardımlaşma ve dayanışmadır. Günümüzde sigorta, genel olarak birey ve toplumun ihtiyacını karşılayan, ticârî ve iktisâdi bir çok faydası bulunan, felakete uğrayanların zararlarını hafifleten, klasik manadaki âkile sistemi değil de, geliştirilmiş ve çağın ihtiyaçlarına göre dinamik yapı kazandırılan bir sosyal hizmet sistemi görünümündedir. Bu sistemde, çağın şartlarına göre kârın bir teşvik unsuru olarak bulunması, yardımlaşma gayesini ortadan kaldırmayacağı da söylenebilir. Kanaatimizce emniyet ve güvenin azaldığı, inançların zayıfladığı, aile bağlarının koptuğu, birey, toplum ve devletin sorumluluklarını yerine getirmede zaafa düştüğü bir ortamda, modern sosyal güvenlik teknikleri fıtri bir güvenlik arama, irâdî bir tedbir alma yönüyle de önem arz etmektedir.
1.1.5. Kasâme Müessesesi
Kasâme ise lügatta, yemin etmek manasına mastardır. İslâm hukuk literatüründe ise kasâme, faili meçhul bir cinayete kurban giden kimsenin kan bedelinin (diyetin) belirli bir usul çerçevesinde belirli bir bölge halkına paylaştırarak ödetilmesi sistemidir.[77] İslâm öncesi dönemde de cari olan bu "örf" de belli bir sosyal dayanışmayı hedeflediğinden devam ettirmiştir.[78]
Kanaatimizce cezaların şahsiliği genel prensibine rağmen kasâme ile faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması ve mağdurun potansiyel gelir kaybının önlenmesinin hedeflenmiş olduğu söylenebilir. Bu sorumlulukta da ferdin ve toplumun maslahatı gözetilmiştir. Böylece suçlunun diyet yükü hafifletilerek mağdur tarafın hakkının zayi olmaması sağlanır. Ayrıca sosyal denetim ve kontrol de bir yünüyle sağlanarak sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya katkıda bulunulur. Günümüzde modern sigortacılığın üstlendiği riziko çeşitlerinden biri de faili meçhul cinayetlere karşı sigorta yaptırılmasıdır. Benzer durum kasâme sisteminde olduğu gibi faili meçhul cinâyetlerin diyetinin yüklenilerek, sorumluluğun, (sigorta sözleşmesinde olduğu gibi) belli nispetlerde dağıtılarak karşılanmasıdır. Bu bağlamda kasâme de sosyal güvenliğin bir türü olarak nitelendirilebilir.
1.1.6. Zekat ve Sadaka Müessesesi
Kelime olarak zekat "artma, çoğalma, temizlik, kurtuluş ve bereket" manalarına gelir.[79] Sadaka kelimesi, zekat anlamında da kullanılmış daha sonraki devirlerde ise "gönüllü mâlî ödemeleri" ifade etmeye başlamıştır. İslâm hukuk doktrininde zekat, Allah'ın, belirli yerlere sarf edilmek üzere zengin sayılan (hür-âkil-baliğ) kişilerin özel niteliklere sahip olan mallarından belli bir payın (malın) alınması işlemini ifade eder.[80]
Bu anlamda zekatın amacı, ibadet manası yanında bir de yüce insânî hedefleri, üstün ahlâkî değerleri ve iktisâdî gayeleri vardır.[81] Bu üstün ahlâkî hedeflerinden biri de, zenginin malından rizikoya uğrayanlara tahsis edilen bir hakkın olmasıdır. Zira toplumun sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için bireylerin, kendilerinin oluşturduğu bu topluma karşı bir takım "sorumlulukları" vardır. Bu anlamda zekat, aslında gelir ve varlığı yeniden dağıtıma tâbi tutmaktadır. Bu yeniden dağıtımda, yukarıdan aşağıya, yani belirli bir çizginin (nisap) üstünde varlığı ve geliri olanlardan, bu çizginin altında gelir ve varlığı olanlara bir aktarım yapılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim aktarım yapılacak bu sınıfları belirlemiştir. Nitekim zekat emriyle, güvenlik alanında tabî ve sosyal nitelikteki temelde sekiz sınıf sosyal risk belirtmiştir. "Sadakalar (zekatlar); Allah'tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekat işinde çalışanlara, kalpleri İslâm'a ısındırılacaklara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalmışlara aittir. Allah bilendir, hakimdir."[82]
Zekat müessesesi, İslâm’da, sosyal adalet ve dengeyi kurmaya yönelik sosyal güvenlik alanında sosyal yardımlaşma ve dayanışma sisteminin en önemli birimidir. Ancak günümüzde zekatın, zihinlerde teorik bakımından önem ve anlamını koruduğu söylenebilse de pratikteki anlam ve amacına hizmet ettiği söylenemez. Zira zekat sayesinde sosyal adaleti ve dengeyi sağlayıcı, kamu yararı niteliğindeki bir kısım harcamalara ibadet aşkıyla katılım bilinci günümüzde bir hayli zayıflamıştır.
İslam hukuk tarihindeki zekatın fonksiyonları ile günümüz modern sosyal güvenlik kurumlarını kıyaslayacak olursak;
1) Zekat (ve sadaka) İslâm dininin emrettiği 8 sınıf sosyal riskin teminat altına alındığı sosyal güvenlik müesseselerinden biridir. Bu tür sosyal güvenliğin finansmanında ister fiziki, ister iktisadi olsun her türlü tehlike ve sıkıntılara uğrayan kişilerin (fakirler, miskinler, ( kimsesizler, muhtaçlar, yetimler, işsizler, gâziler) âmiller, müellefe-i kulub, köleler ve câriye, borçlular, Allah yolunda olanlar, yolda kalmışlar) bu rizikolardan kurtarılmasında uygulanabilecek dini bir müessesedir.[83] İslâm hukuk bilginlerinin bazıları, zekatın tahsis edildiği yerlerden ikisinin biyolojik veya iktisâdî tehlikeye uğrayanlardan olmayan zekat memurları ve müllefe-i kulub olması, bunun yüce gayeli, 6 sınıf sosyal riski teminat altına alan organizeli ve disiplinli bir iktisâdî müessese olduğuna işaret etmişlerdir.[84] Aynı şekilde günümüzün sosyal sigortalar kanunu ile teminat altına alınmış olan sosyal riskler, "iş kazaları, meslek hastalıkları, hastalık, analık, sakatlık, yaşlılık ve ölümdür."[85] Bu bağlamda zekat ve sosyal güvenlik teminatları olan sosyal sigortalar kanunu ile teminat atına alınan sosyal risk grupları benzerdir.[86] Bu benzer “sosyal riskler” dar veya geniş anlamda yorumlanabilir.
2) Zekat (ve sadaka), daha çok günümüzün sosyal sigorta işlevini görürken tamamlayıcı unsurları da (kefaretler, nafaka, kurban gibi.) [87] bir tür sosyal yardım ve sosyal hizmet görevini üstlenmişlerdi. Geliri, toplumun tüm katmanlarına dağıtmayı hedef alan zekat, daha çok prim ödeyemeyecek durumda olan kişiler için bir hak olan bir tür" primsiz sigorta" toplumsal emniyet sübabıdır.[88] Ayrıca zekat, isteğe bağlı mâlî bir fedakarlık değil, tamamen mecburi olan bir tür tahsisi vergidir.[89] Bu yönüyle de zekat ve sadaka, bir tür "primli sigortaya" benzetilebilir. Sonuçta zekat, verenler için primli, tahsis edilen sosyal sınıflar için ise, primsiz sigorta niteliğinde olduğu söylenebilir. Bu bağlamda İslâm’ın zekatla getirdiği sosyal dayanışma anlayışı, hem "sosyal yardımlaşmayı" hem de "sosyal sigortayı" içine alır. Zekat verenlerden biri, daha sonraki senelerde başına her hangi bir tehlike gelmesi durumunda zekat almak zorunda kalabilir. Bu yönüyle zekat, bir sosyal sigortadır. Hayatları daima iktisâdî tehlike içinde olanlar her zaman zekat alabilmektedirler. Bu yönüyle de zekat bir sosyal yardımlaşma ve dayanışmadır.
3) Çağdaş İslâm hukuk bilginlerinin bazılarınca, bugünkü Batı ülkelerinde ve özellikle ABD'de sosyal güvenlik alanında ortaya çıkan temayüllerden, asgari gelir güvencesi diğer bir ifade ile menfi gelir vergisi zekat ve sadakadan ilham alınarak ortaya çıkmıştır.[90] İslâm’ın on dört asır önce çok daha geniş çerçeve içerisinde getirmiş olduğu bu sosyal düzen kuralı, Batı’da asırlar sonra sosyal gelişmelerin ortaya çıkarttığı sanayi devriminden sonra görülmektedir.[91] Bu yaklaşımdan hareketle Kardâvî de, İslâm’ın kurumsallaştırdığı zekat müessesesine bakıldığında, zekatın sekiz değişik branşta sigorta hizmeti verdiği, bunlar da, fakirlik sigortası, ihtiyaç sigortası, iş sigortası, din sigortası, hürriyet sigortası, borçluluk sigortası, cihat ve iktisâdi kalkınma sigortası ve gariplik (misâfirlik) sigortası olduğunu ifade etmektedir.[92] Ayrıca Kardâvî, bugünkü Batı medeniyetinde görülen sosyal güvenliğin temelinin, hakikatte zekata dayandığını ve tarihte sosyal sigorta müesseselerinin ilkinin, zekat olduğunu ifade etmektedir.[93]
4) Çağdaş İslâm hukuk bilginlerinin bazılarına göre, zekatın tahsis edildiği temel riskler, çağın ihtiyaçlarına göre dar veya geniş manasıyla yorumlanabilir. Bu bilginlere göre zekat müessesesini geliştirerek, çağın ihtiyacı olan sosyal güvenlik projelerine tatbik etmek de mümkündür.[94] Ayrıca bu bilginler, değişen şartlar ve gelişmeler karşısında İslâmî kültür ve âhlak yapısı dikkate alınarak, inanç temeline dayalı sosyal kurumlar geliştirilmesinin hem daha sağlam hem de uzun süreli olacağını söylerler. Bunu gerçekleştiren devletlerin başarıyı yakalaması daha çabuk olacaktır. Oysa yabancı kültür müesseselerinin kabullenilmesinin ise uzun zamanlar alacağı ve sonuçta büyük güvensizlik ortamı doğuracağı da söylenir.[95]
Kanaatimizce, İslâm dininin emrettiği ve temel ilkelerini belirlediği zekat ve sadaka, rizikolara uğrayan insanların geçim seviyelerini güvence altına alan en önemli dînî sosyal güvenlik müesseselerinden biridir.
1.1.7. Vakıf Müessesesi
İslâm hukuk doktrininde vakıf, "bir malın menfaatini insanlara tahsis edip çıplak mülkiyetini Allah'ın mülkü hükmünde kabul etmek ve böylece temlik ve temellükü ebediyen engellemek ve yasaklamak" şeklinde tanımlanır.[96] İnsanlık hukuk tarihi boyunca toplumların kendi kültür ve inanç yapılarına göre, sosyal yardım ve sosyal güvenlik ihtiyacını karşılamak amacıyla çeşitli müesseseler geliştirdikleri bilinmektedir. Bu bağlamda İslâm hukuk bilginlerinin, İslâm kültür tarihinde, kaynağını İslâmî esaslardan alarak geliştirdikleri sosyal müesseselerden biri de vakıflardır. Zira bu hukuk bilginleri Müslüman toplumlarda, değişen şartlar ve gelişmelerin ortaya çıkarttığı ihtiyaçlara göre, toplumsal yapılar dikkate alınarak, zamanının en gelişmiş tekniği olan vakıf müessesini organize ederek (hukukî düzenlemesini yaparak) asırlar boyu sosyal hizmet alanına koymuşlardır. Bilindiği gibi İslâm tarihinde vakıflar, çeşitli alanlarda, zamanının imkan, şart ve ihtiyaçlarına göre şekillenip, günlük hayatın her sahasında yayılarak gelişmişlerdir. İhtiyaç duyulan her konuda, sosyal hizmet vermek amacı ile kurulan bu vakıflar, toplumda çok yönlü olarak sosyal güvenlik hizmeti veriyorlardı. [97]
Vakıfları sosyal güvenlik hizmeti vermeye yönelten en önemli saik, insanlara faydalı olan her hizmetin ibadet telakki edilmesi ile açıklanır. Bunun sonucu olarak vakıflar da, bir bakıma toplumun hayrına olan her sahada sağlam birer "teminat" ve "sigorta" vazifesi görüyorlardı.[98] Vakıf müessesesinin sadece zenginlerce değil, aynı zamanda kendi mâlî güçleri ölçüsünde her sınıftan halkın, âdeta bütün bir milletin katkılarıyla kurulup geliştiği anlaşılmaktadır. Bazı vakıflar tehlikeye uğrama şartı aramaksızın her alanda herkese hizmet amacı güttüğü halde, bazı vakıflar da sadece belli bir rizikoyla karşılaşanlara yönelmişlerdir. Bunlardan birincisini, sosyal güvenlik hizmetlerine; ikincisini ise, sosyal yardım gayesine yönelik vakıflar olarak nitelendirmek mümkündür. Son derece geliştirilmiş vakıf müessesesinin (herkesin karşılaşabileceği yaygın fiziksel ve sosyal riskler yanında) bazen son derece tâlî risklere karşı da kişileri korumayı hedef aldığı görülmektedir. Bununla da sosyal güvenliği toplumun geneline yaymanın hedeflendiği anlaşılmaktadır. Zira, sosyal yardım ve sosyal güvenlik ihtiyacı hiç bir kişi veya toplumun dışında kalamayacağı zorunlu bir ihtiyaçtır. Şüphesiz vakıflar, sosyal yardım ve sosyal güvenlik müesseselerinden biri olmakla beraber, geleneksel gönüllü sosyal güvenlik sistemlerinin en gelişmiş, kapsamlı ve en temelli olanıdır.[99] "Vakıfların, toplumda, sosyal güvenlik ihtiyacını karşılaması yönüyle, sosyal siyaset; sosyal refahı tabana yayması yönüyle de, refah ekonomisi açısından oldukça önemli bir yeri vardır."[100] Nitekim Batılı sosyal siyasetçiler tarafından vakıf cenneti olarak bilinen Osmanlılarda vakıflar, her sahada sosyal güvenlik hizmeti vermekteydiler. Gerçekten o dönemlerde vakıf müessesesi "toplumun tüm ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışan tek yaygın toplumsal kuruluş" haline gelmişti. O kadar ki, vakıfların gördüğü fonksiyonları göz önünde tutmadan bu dönemlerin iktisâdî ve sosyal hayatını kavramak mümkün değildir.[101]
İslam hukuk tarihinde sosyal güvenlik hizmeti vermeye yönelik genel ve özel bazı vakıf çeşitlerini şöyle sıralayabiliriz: 1) Kimsesiz çocuklara, öksüzlere, yetimlere, muhtaçlara yardım vakıfları. 2) Fakirlerin ve kimsesizlerin cenazelerinin kaldırılması vakıfları. 3) İşçi ve esnafların yaşlandıkları veya sakatlanarak çalışamayacak hale geldikleri zaman emekli aylığına benzer şekilde gelir tahsis edilmesi vakıfları vb.[102] Bu vakıfların genelde tabi ve sosyal nitelikteki rizikoları karşılamaya yönelik oldukları görülür. Bu bağlamda vakıf müessesesi İslâm kültür medeniyetinde işlevleri açısından ele alındığında, sadece fakirlikle mücâdele eden yoksullara yardım eden bir kurum olarak değerlendirmemek gerekir. Zira vakıfların, bu sınırlı amacı çoktan aşmakta, âdeta "insanlığın yücelmesine, hayatın güzelleşmesine, insan haysiyetine yaraşır bir asgari seviyenin sağlanmasına" yönelik olduğu gözlemlenmektedir.
Meşruiyeti tartışmalı olan zürrî vakıfları bazı yönleriyle dikkat çekici bulduk. Zira bireylerinin istikbalini teminat altına almayı hedefleyen zürrî vakıflar, sosyal hayatta ortaya çıkan boşlukların zamanının sigorta anlayışına ve ihtiyaçlarına çözüm getirmesi açsından önem arz eder. Ancak vakıfta ibâdet ve sevap gayesi hakim olduğuna göre, bireyin, kendi yakınları, çocukları ve onların çocukları yararına kendi nesline tahsis ettiği bir vakıf kurması hükmü tartışmalıdır. Bu tür vakıflar, aile bireylerini bir arada tutmak, malın gereksiz biçimde dağıtılmasını önlemek ve özellikle Osmanlılarda yüksek kademedeki kişilerin sultan tarafından mallarının müsadere edilmesini önlemek için hayatlarını bir şekilde sigorta ettirmenin yolu olup servetlerinin zürrî alana tahsisiyle oluşturuluyordu. Vakıf sistemi yoluyla servetlerini müsadereden kurtarabildikleri, hayatlarını yitirmezlerse kendileri ve çocukları, yitirirlerse çocukları için (kendilerini ve daha sonra da çocuklarını mütevelli tain etmeleri ve vakıf gelirlerinden pay tahsis etmeleri yoluyla) bir geçim garantisi oluşturdukları görülmektedir ki, buna orta çağ hayat sigortası denilmektedir. Gerçi bugünkü anlamıyla sosyal güvenlik, servet sahibi sınıfların değil, düşük gelirli grupların güvenliği ile ilgili ise de zamanına göre sultanın fermanı ile bir anda her şeyini yitirme tehlikesiyle karşılaşanlar için bu tür vakfın, özel bir sosyal güvenlik kategorisi olarak işlediği anlaşılmaktadır.[103] Her ne kadar bu vakıflarda şahsi kaygı ve niyetin hakim olması tartışılmışsa da, Osmanlı toplumunda zürrî vakıfların meşru sayıldığı, küçümsenmeyecek oranda tatbik alanı bulduğu görülmektedir. Nitekim Mevsîlî, vakıf yapan kimsenin hayatta kaldığı müddetçe vakfın gelirinin tamamını veya bir kısmını kendisine ayırması câiz olduğunu ve vakfeden şahsın mütevelli olmak hakkının bulunduğunu da söylemektedir.[104] Vakıf tesis edenlerin bizzat kendilerini, ölümlerinden sonra da çocuklarını ve akrabalarını mütevelli tayin ettikleri dikkate alınırsa, servetlerini hukuken kendi mülkiyetlerinden çıkarmakla beraber, bu servetlerin kullanımı üzerindeki yetkilerini bir ölçüde hâlâ korumakta oldukları, kendileri ve çocuklarının da vakıf gelirlerinden yararlandığı, böyle olunca vakıf servetinin yalnızca veya çoğunlukla düşük gelirli tabakalara gelir transferine yol açtığı da söylenebilir. Bazan bu görüntü altında çoluk çocuğu için garantili bir gelir sağlamak amacı olması ve vakfın bu amaca alet edilmesi şeklindeki yanlış uygulamaları ayrı değerlendirmek gerekir.[105] Zürrî vakıflar olarak bilinen bu tekniğin, günümüzde sigortanın amacına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bir kısmını zikrettiğimiz vakıfların adlardan da anlaşılacağı gibi, sosyal güvenlik alanında toplumun tüm ihtiyaçlarına yönelik her sahada örgütlendiği söylenebilir.
Kaynağını, iyilik ve hayırda yarışmayı, Allah yolunda harcamada bulunmayı, toplumda kimsesiz, fakir ve düşkünlere yardım elini uzatmayı teşvik eden ayet ve hadislerden alan vakıflar, ilk dönemden itibaren tarih boyunca Müslüman toplumlarda sosyal yapıyı sağlamlaştırmada, devletin yetişemediği alanlarda sosyal dengeyi kurmada ve yaraları sarmada etkin bir rol üstlenmişlerdi. Tarihte olduğu gibi sosyal aktivitelerini gerçekleştirebilen vakıflar, özgün, örgütlü toplum yapısının oluşturulduğu gönüllü olarak kurulan en önemli sosyal güvenlik müesseseleri olarak görülebilir. Ancak modern manadaki sosyal güvenlik kurumlarıyla, vakıf müessesesini mukayese edecek olursak mecburiyet ve talep hakkı içermediği için modern anlamda bir sosyal güvenlik müessesesi sayılmazlar.
1.1.8. Sandıklar
İslâm kültür tarihinde sosyal güvenlik alanlarında önemli yer tutan “sandıklar”, günümüze kadar çeşitli adlar altında varlıklarını sürdürmüşlerdir. Sandıkların, sosyal güvenlik sisteminin en ilkel modelini oluşturdukları söylenebilir. Bazen bu sandıklar, (Türkiye'de bazı banka ve sigorta şirketlerinde olduğu gibi) bir ülkede sosyal sigorta kurumunun yerine geçecek ve kanunla düzenlenecek kadar varlıklarını koruyup önem kazanabilmişlerdir.[106] Yardımlaşma sandıkları ya da dernekleri toplumun belirli bir grup ya da kesimini kapsaması, sağladığı yardımların yeterli olmaması bakımından tam bir sosyal güvenlik sistemi olarak kabul edilmemektedirler.
1.1.8.1. Avârız Sandıkları
Avârız, "olağanüstü ve zarurî durumlarda, beklenmedik zamanlarda gerekli olan mal ve para ile tahsil olunan vergi karşılığında bir tabirdir."[107] Bu tariften de anlaşılacağı üzere âvârız, normal zamanlarda kullanılacak bir para olmayıp ihtiyaç anında kullanılmak üzere sosyal rizikoya uğrayanlara gerekli yardım ve harcama yapmak amacıyla geniş manada örgütlenen sandıklardı. Bu sandık, vergileri ödemekte güçlük çeken fakir halka asıl kaynağa yani vakfedilen paraya dokunulmadan bu paraların işletilmesi ile elde edilen kardan ihtiyaç sahiplerine yardım yapmaktı. Bilhassa Osmanlılar döneminde halkın etrafında toplandığı, çevresinde oturduğu her mabedin, yahut her mahallenin bir "âvârız akçesi sandığı veya âvarız vakfı" vardı.[108] Bu sandıkların sermaye (fon) kaynağı hükümet ve belediyeler değil, bir daha geri almamak ve maddî hiç bir menfaat gözetmemek üzere hayır sahibi kişiler, mahalle veya köyün zenginlerinden karşılanırdı. Diğer bir ifade ile oluşturulan fonun kaynağı halkın teberruatı ve adaklarıyla vücuda gelirdi.
Bu sandıkların amacı tabii ve sosyal nitelikteki tehlikelere karşı (fakirlere, dullara, yetimlere, kimsesizlere, gelir kaybına uğrayanlara, yangın, deprem vb) bir tür sosyal güvenlik sağlamaktı.[109] Ayrıca âvârız sandıkları, esnaf, mahalle ve köy halkının sıkıntısını gidermek için nakdi yardım da yaparlardı. Yine bu sandıkta biriken paralardan karz olarak borç da verildiği söylenmektedir. Bu sayede müteselsil kefaletle istenilen para düşük bir fâizle verilirdi. [110] Daha sonra bu sandıklara, “avarız vakıfları” olarak da rastlanılmaktadır. Zira âvarız vakıflarının gayesi, vakfedilen para, ya sırf ihtiyacı olan insanlara ihtiyacını gördükten sonra geri ödemesi kaydıyla ödünç vermek ya da vakfedilen paranın mudârabe usullerine göre işletilerek kârı ile ihtiyacı olanlara yardım yapmaktı. Vakfedilen paralar, çoğu kere ödünç olarak verildiği gibi, bazen da, mudârabe ortaklığı için sermaye olarak veriliyordu.[111]
19. ve 20. yüzyıllarda, bu tür vakıfların bünyesinde birikmiş olan paralarla bunların idaresinin, devlet tarafından alınan bir kararla kamu hizmeti gören kurumlara tahsis edildiği görülmektedir. Cumhuriyet döneminde ise, 1930 tarihli belediye kanunun 10. maddesi gereğince avarız vakıfları belediyelere intikal ettirilmiştir.[112]
Görüldüğü gibi âvârız sandık veya vakıflarının, tabi veya sosyal nitelikteki rizikoların karşılanması için bir tür sosyal güvenlik hizmeti sunmuş oldukları anlaşılmaktadır.
1.1.8.2. Esnaf Sandıkları
İslâm’ın ilk yıllarından itibaren (âkile konusunda ele alındığı gibi), çeşitli şekil ve adlar altında sosyal güvenlik hizmeti veriliyordu. İslâm kültür tarihinde önemli yer tutan âkile müessesesinin (Emevi ve Abbasiler döneminde de) giderek daha da geliştirilerek, belli iş kolları ve meslek grup üyeleri arasında ortak bir dayanışma ve yardımlaşmaya dönüştüğü bilinmektedir. Daha sonra Selçuklu ve özellikle Osmanlılar döneminde teşekkül ettirilen çeşitli sandıklar ve kurumlar mahiyetleri farklı olsa da aynı amacı gerçekleştirmeye yönelikti.[113] Bu gayeye hizmet eden müesseslerden biri de esnaf sandıkları ve loncalardır.[114] İslâmiyet'in kardeşlik inancından hareketle ortaya çıkan, Selçuklu ve Osmanlılarda da devam eden bu müesseselerin, çağımızdaki sosyal güvenlik kurumlarının temelini oluşturduğu söylenmektedir.[115]
Selçuklular döneminde esnaf ve tüccarın oluşturduğu "Âhilik" adı verilen belirli bir mesleğe mensup esnaf birlikleri arasında bir tür özel sigorta olan “kardeşlik” ve karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın varlığı da bilinir.[116] Ayrıca Osmanlılar zamanında Anadolu’da esnafların yardım sandıkları vardı. Bunlara "Esnaf Vakfı", "Esnaf Sandığı" daha önceleri "Esnaf Kasesi" de denilirdi. Yine Osmanlılarda, lonca teşkilatları tarafından kurulan "orta ve teâvün sandıkları ile esnaf vakıfları", esnafın karşılaştığı mâlî veya meslekî problemleri çözmede etkili olmuştu.[117] Lonca teşkilatlarında oluşturulan belirli mesleklere mensup kişiler, maruz kalacakları bir çok zararın kendi aralarında mecburi olarak paylaştırılmasını kabul etmişlerdi.[118] Aynı şekilde, her esnaf loncasının da bir "avârız sandığı" vardı.
Bilindiği gibi Loncalar, Müslüman toplumlardaki esnaflar arasında, çok uzun bir geçmişe sahip bulunan fütüvvet ve âhilik zincirinin, zamanın şartlarına göre değişikliğe uğramış bir devamıdır. Bir esnaf teşekkülü olarak loncaların, fütüvvet ve âhilikten farkı, tasavvufi cephelerinin gitgide önemli ölçüde ihmale uğramış olmasıdır. Bu halleriyle loncalar, esnaf ve sanatkarlar arasında dayanışmayı sağlayan bir tür sosyal güvenlik kurumlarıdır.
Esnaf sandıkların sosyal güvenlik açısından fonksiyonlarına gelince;
1) Rizikoya uğrayan lonca mensubunun zararı bu sandıktan karşılandığı gibi, düğün masrafları gibi sosyal yükler de bu sandıktan karşılanırdı. 2) Ayrıca ölen lonca üyesinin çoluk çocuğu muhtaç durumda ise onlara bakmak, çocuklarını yetiştirip yerleştirmek loncanın görevleri arasındaydı.[119] 3) Köylerde ise, yaran odaları mevcut olup bu odalar bir tür sosyal güvenlik hizmetleri görmekteydiler.[120] 4) Yeni bir alet edinmek veya iş yeri açmak için lonca mensubuna kredi verilirdi. Bunlar dışında lonca mensubu kendi sandığı dışında bir yere veya şahsa borçlanması ayıp hatta yasak olup çok düşük fâizle kendilerine kredi de verirdi. 5) Bazı loncaların sandıkları iktisâden güçlü olduğundan ekonomik, siyasal ve sosyal hayatta büyük ölçüde söz sahibi idiler. Savaşta hükümete nakdî yardım yapan, asker ve gemi donatan, iktisâden güçlü lonca sandıkları da vardı. Ayrıca bu sandıkların zamanla, "muâmeleyi şer'iyye", "hile-i şer'iyye" denen bir metotla, bu meblağları işlettikleri söylenmektedir.[121]
Neticede sandık üyelerinin uğradığı tabii ve sosyal nitelikteki tehlikelerin sonuçlarını bu müesseseler karşılamaktaydı. Klasik manadaki bu müesseseleri, çağına göre önemli bir sosyal güvenlik kurumu olarak değerlendirmek mümkündür. Nitekim tarihteki bazı geleneksel müesseselerin tekrar canlandırılması konusunda bir kısım sosyologların da kafa yordukları bilinmektedir. Durkheim, iktisâdî hayatta meslek ahlâkının kurulabilmesi için eski loncaların meslek guruplarının tekrar canlandırılması gerektiğini savunmaktadır. Gökalp de Osmanlı İmparatorluğundaki eski lonca sisteminin tekrar ihyasını savunmuştur.[122]
Kanaatimizce tarihte kurulmuş olan bu sandıklar (dost sandığı, yardımlaşma sındığı, arkadaş sandığı, esnaf sandığı, emekli sandığı) ve kurumlar (fütüvvet, âhilik, lonca), halkına sosyal güvenlik alanında iş ve istikbal güvencesi sağlayan karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın esas alındığı, her meslek grubunun kendi içinde organize edildiği, sivil toplum örgüt teşekkülleri olarak zamanının mükemmel sistemleriydi. Neticede, insan fıtratının güveni bir ihtiyaç olarak arzulayışı da dikkate alınırsa, genel anlamda güven veya sosyal risklere karşı güvence olsun, tarih boyunca birey ve toplumları yeni arayışlara ve yapısal değişikliklere sürüklemiştir.
1.2. Kurumsallaşmayan Müesseseler
1.2.1. Karz-ı Hasen
Karz, ödünç verilen şey demektir. Bir kimsenin, sonradan mislini almak üzere bir miktar para yahut sair misli eşyanın mülkiyetini, ödünç alana nakil ve teslim etmesine "karz", aynı işlemin ödünç alan açısından ifadesine "istikraz" denilir.[123] Karz-ı Hasen, Allah rızası için dünyada her hangi bir karşılık beklemeksizin (vakıf, sadaka ve ihsan gibi) harcama yapmak manasındadır. Bu hususta Kur'ân ve hadislerde pek çok nass bulunmaktadır.[124] Yani K. Kerim'de geçen ikraz, Allah rızası için dünyevi bir karşılık beklemeksizin teberruen (vakıf ve sadaka gibi) ödünç vermek manasında olup, bir borçlar hukuku terimi olarak karz sözleşmesi yapmak manasında değildir. Her ne kadar ikraz fiili ödünç vermek manasında ise de, burada kastedilen ödünç Allah ile kul arasında olup kulların kendi aralarındaki ödünç işlemleri olmadığı söylenebilir.[125] Karz, temelde teberru sözleşmeleri grubunda yer alan ve bağlayıcı olmayan sözleşmelerdendir. Tazmin sorumluluğu bakımından ise, damân sözleşmeleri grubunda yer alır.[126]
Karzda esas amaç, ödünç alanın o şeyi kullanması ve ondan yararlanmasıdır. Karz, kural olarak, fâizsiz bir ödünçtür. İslâm’da, kurumsal bazda bugüne kadar geliştirilmemiş tekniklerden biri de karz (kredi) müessesesidir.[127] Müslüman'ın nakit ve sermaye sıkıntısı içinde olan kardeşine imkanı dahilinde yardımcı olması, en başta gelen dinî ve ahlâkî görevidir. Ödünç para verme işlemi de bu konuda ilk akla gelen usuldür. Bu usul, ticârî bir işlemden ziyade dinî bir görev olarak tanındığı ve ibadet olarak görüldüğü içindir ki övülmüş ve "karz-ı hasen" adlandırmasıyla teşvik edilmiştir. Örneğin ödünç veren, kâr ve zarara iştirak etmediği gibi, bu karz işlemine karşılık herhangi nakdî veya aynî bir menfaat da bekleyemez. Ancak, ikili bir beşeri münasebet içinde işlerlik kazanan bu müessesenin bu dar çerçeveden kurtulup geniş bir uygulama alanı bulması, iktisâdî ve içtimaî bir müessese haline gelmesi, her şeyden önce bunun ön şartı olarak Müslümanların iyilikte bulunmak için ödünç vermenin önemini ve faydasını anlamış olmalarına ve gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasına bağlıdır. Karzın bu manada sosyal güvenlik hizmeti vermesi toplumların yapısına göre değişim göstermiştir. Bu durum toplumların kültür yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Zira sosyo-kültürel temelli olan toplumlarda bir tür sosyal güvenlik olan ödünç verme yaygın olabilse de, sosyo-ekonomik temelli olan toplumlarda bu işlem daha azalmaktadır.
1.2.2. Fidye ve Kefaretler
Dinen yapılması gereken bir şeyin yapılmaması ya da yapılmaması gereken bir şeyin yapılması şeklinde işlenen kusurlu davranışlara karşı olarak verilen hem ibadet hem de ceza niteliği bulunun kefaretler, İslam literatüründe fidye olarak ifade edilmiştir.[128] Oruç tutmaya gücü yetmeyen ihtiyar veya ağır hastalar, her gün için bir yoksul doyumu fidye verirler.[129] Ayrıca ramazan orucunu tutarken bilerek yiyip içen ya da eşiyle cinsi ilişkide bulunan da bu hatasından ötürü kefaret seçenekleri arasında altmış fakiri doyurmaları istemi,[130] keza yemin kefaretinden dolayı, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek,[131] hac’da ihramlı iken yasakların çiğnenmesi neticesinde kurbanlık hayvan veya yoksulları yedirmek suretiyle kefaret verilmesi,[132] zihar[133] da altmış fakiri doyurulması[134] gibi kefaretler genellikle sosyal güvenlik alanında ortaya çıkabilecek boşlukların doldurulması için maslahata göre sosyal güvenlik tedbirleri olarak da görülebilir. Hem ibadet hem de cezai yönü bulunan bu kefaretlerin İslam’da özgürlük ve sosyal güvenliğe ne denli önem verildiğinin de bir göstergesidir.
1.2.3. Diğer Yardımlaşma ve Dayanışma Teknikleri
Zorunlu olmamakla beraber tavsiye edilen ve daha çok bireysel bazda kalan sosyal yardımlaşma ve dayanışma teknikleri ise, nafile hayır ve sadaka, vasiyet, ziyâfet, âriyet, isâr, hediye, hibe, komşu hakkı, adaklar vb dir.[135] Bu bağlamda İslâm bilginlerinin bazıları, İslâm kültür tarihindeki yukarıda zikrettiğimiz sigorta benzeri kurumların fonksiyonlarını yerine getirmeye devam ettiği durumlarda, yardımlaşma ve dayanışma şuuru içinde bireylerin eğitildiği bir toplumda, çağdaş sigorta kurumlarına ihtiyaç duyulmayacağı, onların yaptığı hizmetin çoğu kez karşılıksız olarak bu kurumlar tarafından gerçekleştirilebileceğini savunmaktadırlar.[136] Nitekim meseleye bu açıdan yaklaşan Abdüssettar Ebu’l Gudde ve aynı görüşte olan Kardâvi, klasik sosyal güvenlik tedbirleri geliştirerek, karşılıklı müteselsil kefâlet esasına dayanan, tekâfül sistemi ile mudârabe sisteminin yan yana yürütüldüğü bir teknikle, günümüz modern sosyal güvenlik tekniklerinin verdiği hizmetin, bir çok İslâm ülkesinde düzenlenmekte veya düzenlenebileceğini, Mekke’de İslâm Fıkıh Akademisi tarafından yapılan toplantılarda da bu doğrultuda karar çıktığını ifade etmişlerdir.[137]
İslâm’da, toplumsal sorumluluk bilinci ve karşılıklı yardımlaşma inancı, sosyal adaletin gerçekleştirilmesinde esastır. Zira "Komşusu aç yatarken tok gezen bizden değildir"[138] ahlâki ilkesi gereği bir köy veya mahallede açlıktan veya fakirlikten dolayı sıkıntı çeken veya ölen kimsenin diyetini bile o mahalle sakinleri, ölenin ailesine ödemek durumundaydılar. [139] Ancak günümüzde bu durum, bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira aşkın değerlerin ve inanç yapılarının giderek zayıfladığı, kanaatin azaldığı, insanların hırs ve cimriliklerinin törpülenmediği günümüz toplumlarında bu yardımlaşma duygusu pratikte pek gözükmemektedir. Ahlâkî ve insanî bazda da kalsa, bahsi geçen sosyal yardımlaşma ve dayanışma tekniklerinin, klasik sosyal güvenlik müesseselerinde ortaya çıkabilecek boşlukları doldurmaya yönelik oldukları söylenebilir.
SONUÇ
Sosyal tehlikeler karşısında birey ve toplumların güvenlik araması fıtri bir ihtiyaç olup ilk insandan günümüze kadar her insan bu ihtiyacı hissetmiştir. Toplum halinde yaşayan insanlar, ilk çağlardan günümüze kadar sosyal güvenlik alanında bir çok teknikler geliştirmişlerdir. Bu sosyal güvenlik teknikleri, toplumların kültür ve inanç yapılarına göre, nitelik veya nicelik değişse de farklı disiplinlerde organize edilerek giderilmiştir. Tüm bu organizelerin gayesi, sosyal güvenliğin bir insan hakkı olduğu ve insanoğlunu ihtiyaçların esaretinden kurtarmaktır. Neticede, toplumların kültürel yapılarına uygun, fıtrî olan, sosyal güvenlik müesseselerine her devirde kesin bir ihtiyaç ve zaruret olduğu anlaşılmıştır. Bu ihtiyaç her ülkenin kendi sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel, sosyo-politik ve demografik yapısına uygun olarak farklı bir denge noktasında çeşitli şekillerde dizayn edilerek giderilmeye çalışılmıştır. Ancak toplumsal dönüşüm ve değişimlerin paralelinde bu denge noktası da zaman içerisinde doğal bir değişim göstermiştir. Geliştirilen bu teknikler, her toplumda sosyo-kültürel ve sosyo ekonomik yapılara göre değişiklik arz etmiştir. İlk toplumlarda tehlike hem daha basit hem de ortaya çıkan tehlikeler önce geniş aile bireylerinin desteği ile paylaşılır sonra da akraba veya komşuluk ilişkileriyle (inanç ve kültür yapıları gereği) ihtiyaç topluca giderilirdi. Müslümanlar, tarım toplumu şartları içerisinde yaşadıkları dönemlerde, sosyal güvenlik alanında geliştirdikleri bahsi geçen sigorta benzeri teknikler vardı. Geliştirilen bu müesseseler, İslâm dininin, iktisâdî açıdan dünya görüşünü yansıtıyordu. Ancak 17. yüzyılda ortaya çıkan sanâyi devrimi, toplumsal hayattaki sosyo-ekonomik değişiklikle kalmamış, hukuki alandaki değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Bu manada klasik kusur ilkesi yanında kusursuz sorumluluk ilkesi kabul edilmiştir. Bu düşünce daha sonra doğacak olan modern sigortaya zemin hazırlamıştır. Geleneksel tarım toplumlarının karakteristik özellikleri "sosyo-kültürel" temelli olup aşkın değerleri baskındır. Sanâyi toplumunun, belirleyici nitelikleri ve kültür dokuları geleneksel toplum yapısından oldukça farklıdır. Bu bağlamda genellikle modern toplum yapısı “sosyo-ekonomik” temelli olup aşkın değerlerinin zayıf olduğu söylenebilir. Sanâyi devriminin, toplumların sosyal ve ekonomik yapılarını değiştirdiği, tarım toplumu şartlarından sanâyi toplumuna geçişte bir çok alanda yeni problemler ortaya çıkardığı, birey ve toplumların farklı biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçlarına zemin hazırladığı bir realitedir. Sanayi ve bilgi toplumlarında sosyal ihtiyaçlar, bireyleri ve toplumları yeni sosyal disiplinler oluşturmaya zorlamıştır. Her bir disiplin, farklı müesseselerle aslında aynı gayeyi gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Bireyin fiziksel ve psikolojik sahasına hitap eden güven duygusu, insana verilen değerin bir neticesi olarak algılanmıştır. Bu bağlamda İslâm’ın yardımlaşma ve dayanışma ile ilgili emir ve prensiplerinden doğan dini sosyal güvenlik ve sosyal yardımlaşma ve dayanışma teknikleri olarak adlandırılabilecek kardeşlik ilkesi, âile müessesesi, devlet (beytü’l-mâl) âkile ve kasâme, zekat ve fitre, vakıflar ve sandıklar (ahilik ve lonca) gibi sistemler tarım toplumu şartlarında asırlarca insanlığa hizmet etmiş olan tekniklerdir. Bu sosyal güvenlik ve sosyal yardımlaşma ve dayanışma tekniklerinin bazıları kurumsallaştırılmışken bazıları kurumsallaşamamıştır. Bu teknikler sonuçta aynı gayenin tahakkuku için ihtiyaçlara göre çeşitlenmiş ve şekillenmişlerdir.
Nasların, her devrin şartlarına uyacak ve cevap verebilecek esnekliğe sahip olduğu fikri, bir prensip olarak kabul edilmekle birlikte, zamanla değişebilecek hükümlerle, değişmez prensiplerin neler olduğunun tespitinde farklı anlayışlar olmuştur. Bilindiği gibi Hz. Peygamber döneminden itibaren; İslâm’ın ilk asırlarındaki (hatta bu Selçuklu ve Osmanlı dönemine kadar uzatılabilir) sosyal yapı, birbirlerinden pek farklı değildi. İktisâdî açıdan geleneksel toplumlara bakıldığında, kabaca bu dönemin toplumsal yapısını "tarım toplumu" olarak nitelendirmek mümkündür. Dolayısıyla bu zamanlarda, Hz peygamberin öğretilerini benimseyip hayata geçirmek büyük ölçüde mümkün olabiliyordu. Karşılaşılan yeni problemler ise, fıkıh usulünde başvurulan "kıyas", "istihsan", "maslahat (kamu yararı)" ve "siyâsetü’ş-şer'iyye (örfî hukuk)" gibi yöntemlerle çözülebiliyordu. Ancak asırlar ilerledikçe klasik yöntemlerin artık giderek yetersiz hale gelmeye başladığı (bugünkü boyutlarda olmasa bile) İslâm alimlerinin bazıları tarafından yavaş yavaş fark ediliyordu.
Görüldüğü gibi sanayi ve bilgi toplumlarında ortaya çıkardığı modern sosyal güvenlik teknikleriyle klasik dînî sosyal güvenlik tekniklerinin her birinin teminat altına aldığı sosyal riskler benzerdir. Sonuçta bu tekniklerden her biri, kavramlar değişse de sosyal adalet ilkesi gereği yardım etmek gibi ulvi bir düşüncenin mahsulü olup temelleri, Kur'ân ve sünnet dayandırılabilir. Zira İslâmî kültür ve âhlak yapısı dikkate alınarak, kültür ve inanç temeline dayalı sosyal kurumlar geliştirmenin hem daha sağlam hem de uzun süreli olacağı söylenebilir.
BİBLİYOĞRAFYA
ABDÜLAZİZ, Hammad, "Ukutu’t Tem’in ve Hakikatühâ ve Hükmuhâ" Adlı Makalesi, Mecelletü’l Camiâtü’l-İslâmiyye, sa. 65-66, Mısır 1405h.
ACLUNİ, Keşfu'l-Hafâ, I, Beyrut 1351h.
AKDEMİR, Salih, "Âkile Sistemi", Adlı Tebliğ, İşçi İşveren Münasebetleri, İİAVY, İstanbul 1990.
_________,Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, Akevler Akdeniz Bilimsel Araştırma Merkezi Yayınları, İzmir 1988.
AKGÜNDÜZ, Ahmet, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, OAVY, İstanbul 1996.
AKTAN, Hazma, "Âkile", DVİA, II. İstanbul 1991.
ANONİM, Türk Aile Yapısı T.C.Başbakanlık D.P.T, Yayın No: 2165, Ankara 1989.
ARMAĞAN, Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, DİBY, Ankara 1992.
ARSAL, Sadri Maksudi, Hukukun Umumi Esasları, I, AHFY, Ankara 1937.
ATTAR, Abdünnasır Tevfik, "Hükmü’ş-Şer’iati’l-İslâmiyyeti fi’t-Te’min", Adlı Tebliği,Teksir, 1.İslâm İktisat Toplantısındaki Sunduğu Tebliğinde, Mekke 1976.
AVAD, Ahmed İdris, "ed-Diyetü Beyne’l-Ukubeti ve’t-Ta’vidi, fi’l-Fıkhi’l-İslâmiyyi’l-Mukaran" Dâru ve Mektebetü’l-Hilal, Beyrut 1986.
AVCI, Mustafa, İslâm’a Göre Sigorta, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1987.
AYDIN, M. Akif, Türk Hukuk Tarihi, Beta Yayınları, İstanbul 1996.
BARDAKOĞLU, Ali, "Âkile, ", İİİGYA, I, İstanbul 1997.
_________, "Diyet ", DVİA, IX. İstanbul 1991.
BAŞAR, Haşmet, "Türkiye’deki İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları Alanında Yapılan Çalışmaların ve bu Konuda Uluslararası Çalışma Örgütü ile İlişkilerin Genel bir Değerlendirilmesi", Adlı Makalesi, Bursa Ü. İktisadi ve Sosyal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Temmuz, Ankara 1982.
BAYINDIR, Abdülaziz, "Osmanlılarda Nazari ve Tatbiki Olarak Fâiz" Adlı Tebliği, İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensar Yayınları, İlmi Tartışmalar Dizisi (III) İstanbul 1992.
BEDİUZZAMAN, Said Nursi, İşâretül İcaz, Sözler Yayınevi, İstanbul 1993.
BENLİ, Abdullah, İslâm Hukuku’nda Mânevi Tazminat, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi Kayseri 1997.
BERKİ, Ali Himmet, "Hukukî ve İçtimai Bakımından Vakıf", Vakıflar Dergisi, Ankara 1962.
_________, Hukuk Tarihinden İslâm Hukuku, DİBY, Ankara 1955.
BEŞER, Faruk, İslâm’da Sosyal Güvenlik, DİBY, Ankara 1987.
_________, Sosyal Güvenliğin Ana Konusunu Teşkil Eden Sosyal Riskler ve İslâm’daki Karşılıkları Konusunda Mukâyeseli Bir Tenkit Çalışması, Nun Yayıncılık, İstanbul 1995.
BİLGE, Necip, Hukuk Başlangıcı, Turhal Yayınları, Ankara 1980.
BİLLAH, Mohd Masum, Life Insurance? An Islamic View, Arab Law Quarterly, Londra 1993.
BİLMEN, Ömer Nasuhi, Hukukî İslâmiyye ve İstılahatı Fıkhıyye Kamusu, I-VIII, Bilmen Yayınları, Ankara 1985.
BUHÂRİ, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’-Sahih, (Sahihu’l- Buhâri) Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.
CEVZİ İbn Kayyım, Muhammed b. Ebu Bekr, İ’lâmü’l-Muvakkıin an Rabbi’l-Alemin, Beyrut 1993.
ÇAĞATAY, Neşet, Başlangıçtan Abbasilere Kadar İslâm Tarihi, TTKY, Ankara 1993.
_________, Bir Türk Kurumu Olan Âhilik, TTKY, Ankara 1989.
ÇAĞRICI, Mustafa, "Karz", İİİGYA, II. İstanbul 1997.
ÇEKER, Orhan,"Bir Sigorta Müessesesi Uygulama Projesi" Adlı Makalesi, İlim ve Sanat Dergisi, sa.43, s. 84-86; aynı müellifin 1. Uluslararası İslâm Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi, Kombad Yayınları, Konya 1997.
ÇİLLER, Tansu, Çizakça Murat, Türk Finans Kesiminde Sorunlar ve Reform Önerileri, İstanbul Sanayi Odası Yayınları, İstanbul 1989.
ÇİZAKÇA, Murat, Risk Sermayesi Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi, İstanbul 1993.
_________, İş Ortaklıkları Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999.
DAĞCI, Şamil, İslâm Ceza Hukukunda Şahıslara Karşı Müessir Fiiller, DİB Yayınları, Ankara 1996.
DÖNDÜREN, Hamdi, "İslâm Ekonomisinde Fâiz ve Finans Kaynakları" Adlı Tebliği, İslâm Ekonomisinde Finans Meseleleri, Ensar Yayınları, İlmi Tartışmalar Dizisi (III) İstanbul 1992.
DÜRİ, Abdülaziz, İslâm İktisat Tarihine Giriş, (Çev: Sabri Osman), İstanbul 1991.
DÜZDAĞ, M. Ertuğrul, Şeyhulislâm Ebu Suud Efendi Fetvaları, Enderun Kitebevi, Sual 300
EBU UBEYD, Kitabü’l-Emvâl, (Ter: Cemaleddin Saylak), Düşünce Yayınları, İstanbul 1981.
EBU YUSUF, Yakub b. İbrahim, Kitabu'l-Harac, 2. Baskı , Kahire 1933.
EBU DÂVUD, Süleyman b.el-Eş’as es-Sicistani, Sünen, Çağrı Yayınları İstanbul 1982.
EBU ZEHRA, Muhammet, İslâm’da Sosyal Dayanışma, (Çev: Ruhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu, İstanbul 1969.
EBUL GUDDE, Abdüssettar,"Müzakere Raporları", 1. Uluslararası İslâm Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi, Şirket ve Yönetimi Finans ve Borsa, Zekat, Fâiz Sigorta, Tebliğler, Müzakereler, Sonuç Bildirileri, Kombad Yayınları, Konya 1997.
ERKAL, Mehmet, "Zekat", İİİGYA, IV. İstanbul 1997.
_________,DVİA, "Beytülmâl ", VI, İstanbul 1991.
_________,Beytü’l Mal ve İslâm Ekonomisindeki Yeri" Adlı Çevirisi, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sa.6, Erzurum 1986.
ESKİCİOĞLU Osman, “İslâm Toplumunda Vergi ve Bazı Problemlerin Çözümü” Adlı Tebliği, I. Uluslar arası İslâm Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi, Kombad Yayınları, Konya 1997.
FAYSAL MEVLEVİ, Nizamü’t Te’min ve mevkıfu’ş-Şer’itai minhu, Beyrut 1988.
FAZLURRAHMAN, İslâmiyyet ve İktisâdi Adalet Meselesi, (Ter: Y. Ziya Kavakcı), Atatürk Ü. Yayınları, Erzurum 1976.
FEYZİOGLU, Necmeddin, Borçlar Hukuku, (Akdin Muhtelif Nevileri, Özel Borç İlişkileri), İ.Ü.Yayınları, I, 3. Baskı, İstanbul 1978.
GÖNENCAN, Zahit,"Sosyal Sigorta Sandıkları Vakıflarının Kuruluşu" adlı tebliği, XI. Vakıf Haftası Kitabı, VGM Yayınları, Ankara 1994.
GÖZÜBENLİ, Beşir, "Türk Hukuk Tarihinde Vakıf Mallarının Faizli İşletmesi Hakkında Tahlili Bir Değerlendirme" Adlı Tebliği, XI Vakıf Haftası Kitabı, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara 5-6 Aralık 1994.
_________, İslâm Borçlar Hukukunda Karz Akdi ve Fâiz, Erzurum 1988.
HAMİDULLAH, Muhammed, İslâm Hukuk Etütleri, Bir Yayıncılık, İstanbul 1984.
_________, İslâm’a Giriş (Ter: Kemal Kuşcu), İrfan Yayınları, İstanbul 1976.
_________, İslâm Peygamberi,(Çev: Salih Tuğ) I-II, İrfan Yayınları, İstanbul 1993.
HÂMİDİ M, İslâm Ahlâkı, Hakikat Yayınları, İstanbul 1996.
HEYET, İlmihal, İslâm ve Toplum, İSM Yayınları, I-II, İstanbul 1999.
HEYET, İbadet ve Müessese Olarak Zekat, İİAVY, İstanbul 1984.
İBN ABİDİN, Muhammed b. Emin, (1964), Reddü-l Muhtar, I-VIII, İstanbul 1964.
İBNU KESİR, Tefsir, Beyrut, 1987.
İBN SA’D, Muhammed b. Sa’d ez-Zuhrî, et-Tabakâtu’l-Kubrâ, I-VIII, Dâru Sâdır, Beyrut, trs.
İBN HİŞAM, el-Sire el-Nebeviyye, II, Mısır 1936.
İNAN, Ali Naim, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, AÜHFY, Ankara 1984.
İPŞİRLİ, Mehmet, "Avârız Vakfı", DVİA, IV, İstanbul 1991.
KARAMAN, Hayrettin, Mukâyeseli İslâm Hukuku, II, Nesil Yayınları, İstanbul 1991.
_________, Zekat, İİAVY, İstanbul 1984.
KARDÂVİ,Yusuf, İslâm’da Helal ve Haram, (Ter: Ramazan Nazlı), Hilal Yayınları, İstanbul trs.
_________, Fıkhu’z-Zekat, I-II, Beyrut 1991.
_________,Karârâtün fi’l- İktisâdi’l-İslâmî, Kral Abdülaziz Üniversitesi, Cidde, 1987.
KÂSÂNİ, Alaeddin Ebu Bekir b. Mesud, Bedâi’u’ş-Sanâi’ fi tertibi’ş-Şerâi, VII, Kahire 1910,
KAYA Ali, İslâm Hukuku’nda Cismani Zararların Tazmini, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Çalışması, Bursa 1991.
KAZICI Ziya, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, Marifet Yayınları, İstanbul 1985.
KAYA MEHMETFatih Vakıfların Sosyal Yönü" Adlı Makalesi, Din Öğretimi Dergisi, MEBY, Ankara 6. Eylül 1988.
KOZAK. İ. Erol, Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıf, İstanbul 1983.
MAVERDİ Ebu'l Hasan Ali b. Muhammed, el-Ahkâm el-Sultaniyye, Mısır 1298.
MERGİNÂNİ, Ali . Bekr, el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l—Mübtedi, IV, Fethu’l-Kadir ile Birlikte, İstanbul 1986.
MEVSİLİ, Abdullah b. Muhammed, el İhtiyâr li Tali’lil-Muhtâr, V, İstanbul 1990.
MOLLA HÜSREV Muhammed b. Firmuz, Dürerü'l -Hükkâm fi Şerhi Gureri'l-Ahkâm, İstanbul 1976.
MUHAMMED, Fazlı Yusuf, "Brıef Outlıne Of On The Concept And Operatıonal System Of Takaful Busıness (Islamıc Insurance)", Adlı Tebliğ, 1. Uluslararası İslâm Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi, Kombad, Konya 1997.
MUHAMMET, Hamidullah, İslâm Peygamberi, (Çev: Salih Tug),I, İrfan Yayınları, İstanbul 1993.
MUSLEH-UD-DİN, Mohammad, Insurance And Islamıc Law, Londra 1969.
MÜSLİM, Ebu’l Hüseyin b. el-Haccac b.Müslim el-Kuşeyri en-Nisaburi, Câmiu’s-Sahih,(Sahihu Müslim), Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.
NEZİH HAMMÂDİ, İktisadi Fıkıh Terimleri, (Çev: Recep Ulusoy), İz yayıncılık, İstanbul 1996.
OĞUZMAN, Kemal-ÖZ Turgut, Borçlar Hukuku, Filiz Yayınları, İstanbul 1995.
OKUR, A.Rıza-GÜZEL Ali, Sosyal Güvenlik Hukuku, 5. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul 1996.
ÖZCAN Ruhi, İslam Hukukunda Hısımlık Nafakası, Çağatay Yayınları, İzmir 1996.
ÖZCAN, Tahsin, "Para Vakıflarıyla İlgili Önemli Bir Belge" Adlı Makalesi, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı Yayınları, III, sa. 2, Temmuz-Aralık İstanbul 1999.
ÖZTUNA, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, XI, Ötüken Yayınevi, İstanbul trs.
PAKALIN, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEBYayınları, I-III, Ankara 1993.
SADR, Muhammed Bakır, İslâm Ekonomi Sistemi, II, (Ter. Mehmet Keskin-Sadettin Ergin), Rehber Yayınları, Ankara 1993.
SALUS, Ali Ahmet, el-Muamelatü’l-Mâliye el-Muasıra fi Mizani’l Fıkhı’l İslâmi, Kahire 1987.
SENHURİ, Abdürrezzak, Mesâdiru’l Hak Fi’l-Fıkhıl İslâm, I, Kahire 1954.
SENUSİ, Ahmet Taha, "Akdü’t-Te’min fi’t-Teşrii’l-İslâmi" Adlı Tebliği, Mecelletü’l-Ezher, XXV/2-3, Kahire 1954.
SERAHSİ, Şemsüddin Muhammed b. Ahmet Ebu, el-Mebsut, I-XXX, Beyrut 1978.
SIDDIK, Muhammed Salahaddin, Mebâdiü’t-Te’min, Darun Nehzati’l-Arabiyye, Kahire 1980.
SIDDIKî, M. Necatullah,İslâm Ekonomik Düşüncesi, (Ter: Yaşar Kaplan), Bir Yayıncılık, İstanbul.
_________, Insurance in an Islamic Economiy, The Islamic Foundation, London 1985.
SOLAK, Fahri, "Âhilik" Adlı Makalesi, İktisat ve Din, İz Yayınları, İstanbul 1994.
SUYUTİ, Celaleddin Abdurrahmen b. Ebu Bekr, el-Câmiu's-Sağır, Mısır trs.
SÜNENİ, Ebu Davud, Tercüme ve Şerhi, XI, Şamil Yayınları, İstanbul 1991.
ŞAFAK, Ali, "Erş", D.V.İ.A, XI, İstanbul 1991.
ŞÂFİİ, Muhammed b. İdris, er-Risâle, Kahire 1321h.
_________, Ümm, Beyrut, VI, Mısır trs.
ŞEKER, Mehmet, İslâm’da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. Ankara 1984.
ŞEN, Murat, “Tanzimat Öncesi (Klasik Dönem) Osmanlı Devletinde Sosyal Güvenlik” Adlı Makalesi, e-Akademi İnternet Dergisi, sayı 3, Mayıs 2002.
TABAKOĞLU, Ahmet,"Osmanlı Sosyal Güvenlik Sistemi" Adlı Makalesi, İktisat ve Din, İz Yayınları, İstanbul 1994.
_________, İktisat Tarihi, İz Yayıncılık, İstanbul 1986.
OKUR, Rıza Ali - GÜZEL Ali, Sosyal Güvenlik Hukuku, 5. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul , s. 27.
ÖZCAN Tahsun, “Para Vakıflarıyla İlgili Önemli Bir Belge” Adlı Makalesi, İslâmi Araştırmalar Dergisi, Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı Yayınları, III, sa. 2, Temmuz-Aralık, İstanbul 1999.
TALAS, Cahit, İctimâi İktisat Dersleri, Ankara 1996.
TEKİR, Sabri, Finans Sisteminde Kredileşme ve Kredi Müessesesi" Adlı Tebliği, İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensar Yayınları, İlmi Tartışmalar Dizisi (III) İstanbul 1992.
TİMUR, Serim. Türkiye’de Aile Yapısı, H.Ü.Yayın No: D–15, Ankara 1972.
TUNCAY, A.Can, Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri, Beta Yayınları, 7. Baskı, İstanbul 1996.
TUNÇOMAĞ Kenan, Sosyal Sigortalar, Beta Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 1990.
ULVAN, Abdullah Nasih, Hükmü’l İslâm fi’t-Te’min-Sevkara Cidde 1987.
URAL, İbrahim, "Ortaçağ İslâm Dünyasında Bankacılık Türü İşlemler ve Finans Meseleleri" Adlı Tebliği, İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensar Yayınları, İlmi Tartışmalar Dizisi (III) İstanbul 1992.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, "Vakıf Sistemi ve Türk Şehirciliği", Vakıflar Dergisi, IX, Ankara 1971.
VARDIT, Rıspler-Chaım (The University of Haifa) (1985), Insuranca And Semi-Insurance Transactıons In Islamıc Hıstory Untıl The 19th Century, This article is partly an adaptation of a chapter in my ph. D. Dissertation (UC Berkeley, Semtember.
VÂFî, Ali Abdülvâhid, Hukuku’l-İnsan fi’l-İslâm, Kahire 1989.
YAZGAN, Turan, İktisatçılar İçin Sosyal Güvenlik, Türk Dünyası Araştırma. Vakfı Yayınları, İstanbul 1992.
YAZIR Elmalı M. Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, I-X, Feza Yayınları, İstanbul trs.
YAZICI, Nesimi, "Lonca Sisteminin İşsizlik Sigortasıyla İlgisi Üzerine Bazı Düşünceler" Adlı Tebliği, Ankara İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XXXV, Ankara 1996.
YENİÇERİ, Celal, İslâm'da Devlet Bütçesi, Şâmil Yayınları, İstanbul 1984.
_________, İslâm İktisadının Esasları, , İstanbul 1980.
_________, "İslâm’da Kredi Kaynakları ve Veriliş Biçimi" Adlı Tebliği, İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensar Yayınları, İlmi Tartışmalar Dizisi (III) İstanbul 1992.
ZAİM, Sebahattin, İslâm-İnsan Ekonomi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1995.
ZEYLÂİ, Abdullah b. Yusuf, Nasbur-Râye li Ehâdisi’l-Hidâye, I-IV, Mektebetü’l İslâmiyye, Dımeşk 1973.
ZERKA M. Ahmet, Nizâmü’t-Te’min Hakikatühü ve-er-Ra’yüş-Şer’iyyi fihi, Beyrut 1984-1404 h
§ Dr. Erzincan Üniversitesi İlahiyat Meslek Yüksekokulu Öğretim Elemanı
[1] Ahzab, 33/72.
[2] Tevbe, 9/60.
[3] Bakara, 2/266.
[4] Mâide, 5/2.
[5] Tevbe, 9/71.
[6] Bakara, 2/195.
[7] Lokman, 31/34.
[8] Bakara, 2/205.
[9] Nisa, 4/36.
[10] Bakara, 2/208.
[11]Tin, 95/3; Kureyş, 106/3-4; Kasas, 28/57; Bakara, 2/125.
[12] Kasas, 28/77.
[13] Mâun, 107/7.
[14] Furkan 25/2; Ali İmran 3/26-186; Nahl, 16/90; Kehf, 18/46.
[15] Buhâri, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’-Sahih, (Sahihu’l- Buhâri) Çağrı Yayınları, İstanbul 1981, İlim 37; Hac, 132; Hudud, 9, Müslim, Ebu’l Hüseyin b. el-Haccac b.Müslim el-Kuşeyri en-Nisaburi, (1981), Câmiu’s-Sahih,(Sahihu Müslim), Çağrı Yayınları, İstanbul 1981, Hac, 147, Birr, 32; Ebu Dâvud, Süleyman b.el-Eş’as es-Sicistani, Sünen, Çağrı Yayınları İstanbul 1982, Edeb, 35.
[16] Buhâri, Cuma 11;Cenâiz 32; İstikraz 20; Ahkâm 1; Müslim, İmâret 2 0; Ebu Davut, İmâret 1-13; Tirmizi Cihat 27.
[17] Buhâri, Nikah 45; Edep 57-58; Ferâiz 2; Müslim, Birr 28.
[18] Buhârı, Cenâiz, s. 37; Müslim, Vasiyye, s. 5-8.
[19] Suyûtî Celaleddin A, el-Câmiu's-Sağır, (Lam harfi) Mısır trs, II, s. 135.
[20] Buhâri, İman 7.
[21] Buhâri, Birr 37; Müslim, Birr 66.
[22] Buhâri, Salat 88; Mezâlim, 5; Müslim, Birr 65.
[23] R. Sâlihîn, Hadis no: 567.
[24] R. Sâlihîn, Hadis no: 569.
[25] Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, Beyrut, 1351, I, s. 148.
[26] Tirmizi, Kıyamet 60.
[27] Râmuzu'l-Ehâdis, Hemze Md 75/1.
[28] Hucurat, 49/10 Muâhât”, (kardeşlik ilkesi gereği) Muhâcir ve Ensârın birbirlerine kardeş olarak ilan edildiklerini ifade eden bir siyer ve İslâm tarihi kavramıdır. Nübüvvetin 13. yılında mal ve mülklerini Mekke'de bırakarak Medine'ye gelen muhâcirler her şeyden mahrum idiler. Muhâcirleri mahrumiyetten kurtarmak ve onları Ensâr ile kaynaştırmak için aralarında manevî kardeşlik tesis edildi: Bu kardeşlik "hak, eşitlik ve miras" konusunda karşılıklı yardımlaşmaya ve sevgiye dayalı idi. (Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 204, 205) Bu muâhâtın, Enes b. Malik'in evinde Bedir harbinden önce 90 veya 100 kişi arasında yapıldığı rivayet edilir (İbn Sa'd, İbn Sa’d, Muhammed b. Sa’d ez-Zuhrî, et-Tabakâtu’l-Kubrâ, I-VIII, Dâru Sâdır, Beyrut, trs, I/238). Hazreti Peygamber'in "ikişer ikişer kardeşleşiniz" emri üzerine, Muhâcirler Ensâr kardeşleri tarafından kucaklandılar. Böylece her şeyden mahrum olan Muhâcirler bir anda bir çok şeye sahip oldular. Kardeşleşme emri karşısında Rasûlullah (sas), Hz. Ali ile kardeşleşmiş, Ebû Bekir, Hârise b. Zübeyr ile Hz. Ömer, Itbân b. Mâlik ile Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Muâz b. Cebel ile Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Rabî ile ve diğer sahabeler de Ensâr ve Muhâcirlerden birer kardeş bulmuşlardır. Böylece muâhât ile kan kardeşliğinden daha üstün bir kardeşlik kurulmuş oldu. Bkz. Buhârî, Menâkıbül-Ensâr 3.
[29] Enfal 8/75; Ebu Dâvud, Ferâiz 14-17; Taf bkz. Hamidullah, Muhammet, İslâm Peygamberi, (Çev: Salih Tug), İrfan Yayınları, İstanbul 1993, I, s. 181, pog. 327.
[30] Buhârî, Edep 27.
[31] Mâide, 5/2.
[32] Hucurat 49/10; Buhârî, Mezâlim 3; Ebu Davud, Edeb 46; Tirmizi, Hudud 3.
[33] Bakara, 2/233; Talak, 65/7.
[34] Çekirdek aile için bkz. Erel, Sevim,Türk Ailesinin Durumu ve Ev Ekonomisi, Ankara 1989, s. 15.
[35] Geniş aile; aynı aile birimi içinde birkaç kuşağın yatay, dikey ve hem yatay hem de dikey olarak genişlediği ve birden fazla evli çiftin bir arada yaşadığı aile tipidir. Geniş aile, yatay olarak, tüm erkek kardeşleri ve eşlerini, bunların evli erkek çocuklarını ve torunlarını kapsar. Dikey olarak da baba, evli oğullar ve torunların aynı evde oturması söz konusudur. Bu aile formu geleneksel aile olarak adlandırılmaktadır Anonim; Türk Aile Yapısı T.C.Başbakanlık D.P.T, Yayın No: 2165, Ankara 1989, s. 338; Timur, Serim. Türkiye’de Aile Yapısı, H.Ü.Yayın No: D–15, Ankara 1972, s. 15 vd.
[36] Nafaka hakkında taf. bkz. Özcan Ruhi, İslam Hukukunda Hısımlık Nafakası, Çağatay Yayınları, İzmir 1996, s. 12 vd.
[37] Talak, 65/7.
[38] İbnu Kesir, Tefsir, Beyrut, 1987, IV, s. 409.
[39]Sadr, Muhammed Bakır, İslâm Ekonomi Sistemi, (Ter. Mehmet Keskin-Sadettin Ergin), Rehber Yayınları, Ankara 1993, II, s. 321-331; Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı, Turhal Yayınları, Ankara 1980, s. 143.
[40]Al İmran, 3/92; Enfâl, 8/3; Tevbe, 9/54-131; Fâtır, 35/29; Münâfıkun, 63/10.; Zâriyat, 51/19) " Buhârî, Zekat 63; Meğâzî, 60; Müslim, İman 29,31; Neseî, Zekat 1; Dârimi, Zekat 1.
[41]Ulvan, Abdullah Nasih, Hükmü’l İslâm fi’t-Te’min-Sevkara Cidde 1987, s.47; Kardâvi, İslâm’da Helal ve Haram, (Ter: Ramazan Nazlı), Hilal Yayınları, trs, s. 393-394; Beşer, Faruk, İslâm’da Sosyal Güvenlik, DİBY, Ankara 1987, s. 180; Abdülaziz Hammad, "Ukutu’t Tem’in ve Hakikatühâ ve Hükmuhâ" Adlı Makalesi, Mecelletü’l Camiâtü’l-İslâmiyyi, sa. 65-66, 1405h, s. 71-96.
[42]Taf bkz. Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEBYayınları, İstanbul 1993. I, s. 223; Erkal Mehmet, DVİA, "Beytülmâl ", VI, s. 90 vd; Yeniçeri Celal, İslâm'da Devlet Bütçesi, Şâmil Yayınları, İstanbul 1984, s. 43. 217; aynı müellifin, İslâm İktisadının Esasları, İstanbul 1980, s. 436; Ebu Ubeyd, Kitabü’l-Emvâl, (Ter: Cemaleddin Saylak), Düşünce Yayınları, İstanbul 1981, s. 21.
[43] Bkz. Arsal, Sadri Maksudi, Hukukun Umumi Esasları, AHFY, Ankara 1937, I. s. 84-86.
[44] Devlet başkanının emri altında bulunan halka karşı yerine getirmesi gereken görevler hak. bkz Ebu Davud, Harac 12-13; Tirmizi, Ahkâm 6.
[45] Serahsi, Şemsüddin Muhammed b. Ahmet Ebu el-Mebsut, I-XXX, Beyrut 1978, III, s. 17; Ölen bir kimsenin bıraktığı çocukların geçimi devlete aittir. Ebu Davud, Harac 14-15.
[46]Taf bkz. Maverdi Ebu'l Hasan Ali b. Muhammed, el-Ahkâm el-Sultaniyye, Mısır 1298, s. 203; Ebu Zehra, Muhammet, İslâm’da Sosyal Dayanışma, (Çev: Ruhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu, İstanbul 1969, s. 147.
[47]Taf bkz. Ebu Yusuf Yakub b. İbrahim, Kitabu'l-Harac, 2. Baskı , Kahire 1933, s. 46-50; Yeniçeri İslâm’da Devlet Bütçesi, s. 92-382; Maaş verilen askerler için tutulan defter hak. bkz. Ebu Dâvud, Harac, 17-18.
[48]Cizye ise, İslâm’da, devletlerarası anlaşma ve münasebetlerde bilenen ve tatbik edilen bazı sulh sözleşmelerine denirdi. Taf bkz. Ebu Davud, Harac, 29-30; Nezih Hammad, "Cizye" s. 55; Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukukî İslâmiyye ve İstılahatı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen Yayınları, Ankara 1985, IV, s. 97; Cizyenin para karşılığında himaye ve güvence satın alınan bir tür vergi olduğu söylenir. Vardıt Rıspler-Chaım (The University of Haifa) Insuranca And Semi-Insurance Transactıons In Islamıc Hıstory Untıl The 19th Century, This article is partly an adaptation of a chapter in my ph. D. Dissertation (UC Berkeley, Semtember 1985), s. 153. Therefore I Wish to express again my thanks to Professors; W. brinner, H. Algar, and I. Lapidus, whose advice was always invaluable.
[49] Mevsili Abdullah b. Muhammed, el İhtiyâr li Tali’lil-Muhtâr, İstanbul 1990, V, s. 58; Bilmen, a.g.e, III, s. 53.
[50]Medine Sözleşmesi Md. 3-12 arası. bkz. İbn Hişam, el-Sire el-Nebeviyye, Mısır 1936; II, s. 147-148; Talas Cahit, İctimâi İktisat Dersleri, Ankara 1960, s. 399; Muhammet Hamidullah, İslâm Peygamberi, I. s.197.
[51]Taf. bkz. Hamidullah, İslâm Hukuk Etütleri, Bir Yayıncılık, İstanbul 1984, s. 38 vd; Çağatay, Neşet, Başlangıçtan Abbasilere Kadar İslâm Tarihi, TTKY, Ankara 1993. s. 479-482.
[52] İmam Mâlik, Diyet, 12.
[53] Taf bkz. Bilmen, a.g.e, III, s. 54.
[54]Divanlar hak. taf bkz. Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, s. 88-140; Hamidullah, Modern İktisat ve İslâm,Yağmur Yayınları, İstanbul 1963, s. 35.
[55]Taf bkz. İbni Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, Mısır 1936, II, s. 147-148 Hamidullah, İslâm Peygamber, I. s. 212, prg 358 vd; Yeniçeri, İslâm’da Devlet Bütçesi, s. 381 vd; Karaman Hayrettin, Mukâyeseli İslâm Hukuku, Nesil Yayınları, İstanbul 1991, II. s. 475; Ebu Ubeyd, a.g.e, s. 157, no. 330.
[56]Akdemir Salih, Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, Akevler Akdeniz Bilimsel Araştırma Merkezi Yayınları, İzmir 1988, s. 53-133 vd; aynı müellifin, "Âkile Sistemi", Adlı Tebliğ, İşci İşveren Münasebetleri, İİAVY, İstanbul 1990, s. 12 -14 vd.
[57]Bkz, Aktan,"Âkile", DVİA, II. s. 248 vd; Bardakoğlu,"Diyet", DVİA, IX, s. 477; Kaya Ali, İslâm Hukuku’nda Cismani Zararların Tazmini, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Çalışması, Bursa 1991, s. 121 vd.
[58]Serahsi, a.g.e, XXVII, s. 125-126; Merginâni Ali . Bekr, el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l—Mübtedi, Fethu’l-Kadir ile Birlikte, İstanbul 1986, IV, s. 225.
[59] Serahsi, a.g.e, XXVII, s. 125; Mevsili, a.g.e, V. s. 59.
[60] Bardakoğlu, "Âkile, ", İİİGYA, I, s. 96; Yeniçeri, İslâm’da Devlet Bütçesi, s. 365-382 vd; Dağcı, a.g.e, s. 187.
[61]Bkz. Nezih Hammad, "Diyet " s. 77; Bardakoğlu, "Diyet ", DVİA, IX. s. 473; Şafak Ali, "Erş" DVİA, XI. s. 307. İslâm hukuku’ndaki genel anlayışa göre, canın telef edilmesi durumunda gereken mâli tazminata "diyet", organların yaralanması ya da kesilmesi durumunda gereken mala da "erş" denilirken, bazıları diyeti her ikisi için de kullanmaktadırlar. Diyette hem ceza hem de tazminat unsurunun bulunduğu görüşü tartışmalı bir konudur. Diyetin niteliği hakkındaki görüşler dikkatlice incelenecek olursa görülecektir ki, büyük bir çoğunluk diyetin ya tamamen tazminat ya da ceza özelliği olmasına rağmen tazminat yönünden ağır bastığı söylenmektedir. Nitekim diyet hakkında doktora tezi hazırlayan Avad Ahmet İdris, "Diyet bedeni zararların, mânevi güçlerin, organların menfaatlerinin ve güzelliklerinin kaybolmasının tazminatıdır" dedikten sonra, diyetin tazmin ettiği zararları sıralamıştır.1-Bedeni zararlar: Canın öldürülmesi, organların kesilmesi, kemiklerin kırılması, organların fonksiyonlarını kaybetmesi ya da sürekli sakat kalması, acı ve elem çekilmesi, insanda mükemmel olarak bulunması arzu edilen güzelliğin bozulması şeklinde ortaya çıkan zararlardır. Kısaca beden ve ruh bütünlüğünü bozan zararlardır. 2-Mânevi zararlar: Akıl, işitme, görme, koklama, tatma vb. mânevi güç ve kabiliyetlerin kaybedilmesi şeklinde ortaya çıkan zararlardır. 3-Mâli zararlar: Tedavi masrafları, doktor ücreti ve tedavi süresince çalışmadığı için elde edemediği paradan mahrum olması şeklindeki mâli zararlar ile muhtaç olduğu nafaka giderleridir. Avad Ahmed İdris, "ed-Diyetü Beyne’l-Ukubeti ve’t-Ta’vidi, fi’l-Fıkhi’l-İslâmiyyi’l-Mukaran" Dâru ve Mektebetü’l-Hilal, Beyrut 1986, s. 556-571; Sonuçta her iki görüşte olanlarda günümüzde sigorta şirketlerinin vermiş oldukları kaza ve maluliyet klozlarını içermektedirler.
[62]İslâm hukuku’nda diyet bir yönüyle ceza bir yönüyle de tazmin mahiyetinde olduğundan cinayet işleyenin cezai ehliyetinin bulunmaması kısasın uygulanmasına engelse de diyet yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Diğer bir ifade ile diyetin sebebi failin kusur ve teaddisi değil maktulün hukuken koruma altında olmasındandır. Konu hakkında doktora çalışması yapan Benli, diyet her ne kadar tazminat manası taşısa da o, mânevî zararın tazminatında başka bir şey değildir. Bu mânevi zarar, bedeni ezalar ile beden ve organların menfaatinden, güzelliğinden uzaklaştırılmış olması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla diyet, maddî tazminattan farklıdır. Çünkü diyet, başka bir zararın ispatına ihtiyaç duymadan, sırf beden bütünlüğü hakkına yönelik bir tecavüzden dolayı vacip kılınmıştır. Kısaca Benli, diyet, bir organın telef edilmesi, fonksiyonunu -menfaatini- kaybetmesi ve güzelliğini yitirmesi şeklinde ortaya çıkan mânevî zararların tazminatından başka bir şey olmadığı kanaatini belirtmektedir. Erş için de maddî veya mânevi tazminat hususu tartışmalıdır. Bkz. Benli Abdullah, İslâm Hukuku’nda Mânevi Tazminat, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Kayseri 1997, s. 242-271.
[63] Taf bkz.Vardıt Rıspler-Chaım a.g.m, s. 147.; Bilmen, a.g.e, III s. 57; Bardakoğlu, "Diyet ", DVİA, IX. s. 478.
[64]Serahsi, a.g.e, XXVI, s. 59; Kâsânî, Alaeddin Ebu Bekir b. Mesud, Bedâi’u’ş-Sanâi’ fi tertibi’ş-Şerâi, Kahire 1910. VII, s. 322; Fetevâ'i Hindiyye, VI, s. 24, İbn Abidin, Reddü-l Muhtar, VI, s. 573; Mevsîlî, a.g.e, V, s. 35.; Bilmen, a.g.e, III, s. 54-55;Taksirle işlenen müessir fillere öngörülen cezalar hakkında taf bkz. Dağcı, a.g.e, s. 185-224; Yeniçeri , İslâm’da Devlet Bütçesi, s. 216-365.
[65] Taf bkz. Cevzi, İbn Kayyım, Muhammed b. Ebu Bekr, İ’lâmü’l-Muvakkıin an Rabbi’l-Alemin, Beyrut 1993, II, s. 13.
[66] Cevzi, a.g.e, II, s. 14; Aktan, "Âkile", DVİA, II. s. 248 d; Bardakoğlu, "Diyet", DVİA, IX, s. 477; Nezih Hammad, "Âkile ", s. 26.
[67]Muhammed Fazlı Yusuf, "Brıef Outlıne Of On The Concept And Operatıonal System Of Takaful Busıness (Islamıc Insurance)", Adlı Tebliğ, 1. Uluslararası İslâm Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi, Kombad, Konya, 1977. s. 945; Tabakoğlu Ahmet,"Osmanlı Sosyal Güvenlik Sistemi" Adlı Makalesi, İktisat ve Din, İz Yayınları, İstanbul 1994, s. 57; Bardakoğlu,"Diyet", DVİA, IX, s. 473; Şafak, "Erş ", DVİA, XI. s. 307; Karaman, MİH, II. s. 474; Hamidullah, İslâma Giriş, s. 200; Hz. Peygamber (s.a.v), Yemen Necran’ında tatbik edilmek üzere Amr b. Hazm’a verdiği talimat niteliğindeki mektubunda şöyle buyurmaktadır. "Kim, öldürmeyi gerektirecek bir suçu olmadığı halde bir insanı haksız yere öldürürse, 100 deveden ibaret olan tam diyet gerekir. Burnun tamamen yok edilmesine tam diyet gerekir. Dile tam diyet gerekir. Dudaklara, testislere, penise, bel kemiğine tam diyet gerekir. İki göze tam, her birine yarım diyet gerekir. Her el ve ayak için tam diyetin yarısı gerekir. Me’mume ve câife şeklindeki yaralar için 1/3 diyet gerekir. Münakkıla için 15, el ve ayak parmaklarının her birisi için 10, dişler için 5 deve gerekir. Mudiha için 5 deve gerekir. Öldürüldüğü kadına karşılık erkek kısastan öldürülür. Diyeti altından ödeyenler için diyet 1000 dinardır." Hadisin metni için bkz. Şâfii Muhammed b. İdris, Ümm, Beyrut, trs, VI, s. 118; İmam Mâlik, Diyet,1-16 arası; Taf. bkz. Dağcı, a.g.e, ilgili bölümler. Görüldüğü gibi günümüz hayat sigortasındaki cismani zarar klozlarının bir görünümü mahiyetindedir.
[68] Farklı yorumlar için bkz. Benli, a.g.t, 271-242 vd.
[69] Serahsi, a.g.e, XXVI, s. 61.
[70] Taf bkz. Kaya, a.g.t, s. 36 vd
[71] Diyetin 1/3 veya daha fazlasına âkilesinin ödemesi gerektiği hususunda bkz. Şâfii Muhammed b. İdris, er-Risâle, Kahire 1321h, s. 73.
[72] Vardıt Rıspler-Chaım, a.g.m, s. 147; Fazlur Rahman, Economıc doctrınes of Islam Banking and Insurance, Ist edition, London 1979. p. 67.
[73] Serahsi, a.g.e, s. XXVII, s. 125-126; Merginâni, a.g.e, s. IV, s. 225.
[74] Molla Hüsrev,Muhammed b. Firmuz, Dürerü'l -Hükkâm fi Şerhi Gureri'l-Ahkâm, İstanbul 1976, II, s. 124-126; Bilmen, a.g.e, III s. 53-55; Karaman, MİH, II. s. 475.
[75] Zerka M. Ahmet, Nizâmü’t-Te’min Hakikatühü ve-er-Ra’yüş-Şer’iyyi fihi, Beyrut 1984, s. 35. Hamidullah, İslâm Peygamberi, s. 200; Döndüren, Ticâret İlmihali, s. 170.
[76] Vardıt Rıspler-Chaım, a.g.m, s. 146-147.
[77] Taf bkz. Serahsi, a.g.e, XXVI, s. 107 ; Mevsîlî, a.g.e, V, s. 53-58; Buhâri, Kasâme 1-2.
[78]Peygamberimiz (s.a.v) bu adeti bir kuyuda ölü olarak bulunmuş ensardan bir kişi hakkında uygulamıştır. Zeylâi Abdullah b. Yusuf, Nasbur-Râye li Ehâdisi’l-Hidâye, Mektebetü’l İslâmiyye, 1973, I-IV, s. 391. İslâm’da hiç kimsenin kanı heder olamaz. Mutlaka o insanın diyetinin ödenmesi esası kabul edilmiştir.
[79] Serahsi, a.g.e, II, s. 149; Kâsânî, a.g.e, II, s. 2; Nezih Hammad, a.g.e, s. 381.
[80] Taf bkz. Serahsi, a.g.e, II, s. 149; Kâsânî, a.g.e, II, s. 2; Merginânî, a.g.e, I, s. 96; Bilmen, a.g.e, IV, s. 77.
[81] Zekat hakkında bkz. Bediuzzaman Said Nursi, İşâretül İcaz, Sözler Yayınevi, İstanbul 1993; s. 41.
[82] Tevbe, 9/58-59. Taf bkz. Erkal Mehmet, "Zekat", İİİGYA, IV. s. 569; İslâm’da sosyal riskleri bkz. Beşer, Sosyal Riskler s. 67- 81.
[83] Taf. bkz. Heyet, Zekat, İİAVY, İstanbul 1984, s. 1 vd Beşer, Sosyal Riskler; s. 48-81; Faysal Mevlevi, a.g.e, s. 129-134.
[84] Taf bkz. Erkal Mehmet, "Zekat ", İİİGYA, IV, s. 562-564; Döndüren Hamdi, "İslâm Ekonomisinde Fâiz ve Finans Kaynakları" Adlı Tebliği, İslâm Ekonomisinde Finans Meseleleri, Ensar Yayınları, İlmi Tartışmalar Dizisi (III) İstanbul 1992, s. 217.
[85] Taf bkz. Tuncay, a.g.e, s. 209 vd.
[86] Sosyal güvenlik kavramı evrensel bir kavram olup bu kavram 1948’de kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nin 22. 24. ve 25 maddelerinde yer alan “herkese sosyal güvenlik hakkının tanınması” ilkesi, Anayasamızın 60. maddesinde de aynen yer almıştır. Buna göre, “herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” Ayrıca “Uluslar arası Çalışma Örgütü”nün 1952 tarihli 102 sayılı İLO sözleşmesinde dokuz sosyal risk (işsizlik, yaşlılık, iş kazası ve meslek hastalığı, analık, sakatlık, ölüm, aile yardımları, hastalık (sağlık yardımı), hastalık (gelir kaybını karşılayan ödenekler kabul edilmiştir. Keza 1961 yılının Ekim ayında imzalanmış olan “Avrupa Sosyal Güvenlik Yasası” üye ülkelerin en az altı sosyal riski kapsayan bir sistemi ülkelerinde kabul etmiş olması koşuluna bağlanmıştır. Okur Rıza Ali - Güzel Ali, Sosyal Güvenlik Hukuku, 5. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul 1996, s. 39 vd; Tuncay, a.g.e, s. 35 vd; Tunçomağ Kenan, Sosyal Sigortalar, Beta Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 1990 s. 34 vd; Taf. bkz. Bu sosyal riskler alanında çalışma yapan Beşer Faruk, Sosyal Güvenliğin Ana Konusunu Teşkil Eden Sosyal Riskler ve İslâm’daki Karşılıkları Konusunda Mukâyeseli Bir Tenkit Çalışması, Nun Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 15-47.
[87] Beşer , İslâm’da Sosyal Güvenlik, s. 128 vd.
[88] Beşer, a.g.e, s. 105.
[89] Taf. bkz. Erkal Mehmet " Zekat ", İİİGYA, IV, s. 520; Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, s. 740; Eskicioğlu Osman, “İslâm Toplumunda Vergi ve Bazı Problemlerin Çözümü” Adlı Tebliği, I. Uluslar arası İslâm Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi, Kombad Yayınları, Konya 1997, s. 445-465; Tevbe 7/103.; Fazlurrahman, İslâmiyyet ve İktisâdi Adalet Meselesi, (Ter: Y. Ziya Kavakcı), Atatürk Ü. Yayınları, Erzurum 1976, s. 31.
[90] Menfi gelir vergisi, bir asgari gelir seviyesi çizgisi çizmekte ve bu çizginin üstünde geliri olanların devlete, devletin de bu çizginin altında geliri olanlara gelir vergisi ödemesi esasına dayanmaktadır. Taf bkz. Yazgan, a.g.e, s. 398.
[91] Heyet, İbadet ve Müessese Olarak Zekat, s. 194.
[92] Tevbe, 9/60; Kardâvi, Fıkhu’z-Zekat, Beyrut 1991, II. s. 880 vd; aynı müellifin, İslâm’da Helal ve Haram, s. 394; Attar, a.g.e, s. 40-74.
[93]Kardâvi Yusuf, Karârâtün fi’l- İktisâdi’l-İslâmi, Kral Abdülaziz Üniversitesi, Cidde, 1987, s. 176.
[94]Kardâvi, Fıkhu’z-Zekat, II. s. 880 vd; Sıddıki M. Necatullah, İslâm Ekonomik Düşüncesi, (Ter: Yaşar Kaplan), Bir Yayıncılık, İstanbul 1984, s. 85-91; Çeker, Orhan,"Bir Sigorta Müessesesi Uygulama Projesi" Adlı Makalesi, İlim ve Sanat Dergisi, sa.43, Mart 1997, s. 84-86; aynı müellifin 1. Uluslararası İslâm Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi, Kombad Yayınları, Konya 1997.s. 963 vd; Kardâvi, Fıkhu’z-Zekat, II. s. 880 vd; Sıddıki Muhammed Necatullah, a.g.e, s. 85-91.
[95]Kozak. İ. Erol, Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıf, İstanbul 1983, s. 113; Kardavi, İslâm’da Helal ve Haram, s. 394.
[96] Bkz. Mevsili, a.g.e, III, s. 40; Pakalın, a.g.e, III, s. 577; Nezih Hammad, a.g.e, s. 363; Bilmen, a.g.e, IV, s. 284; Akgündüz Ahmet, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, OAVY, İstanbul 1996, s. 42.
[97]Konu hakkında özgün bir makale çalışması yapan Şen, Murat, “Tanzimat Öncesi (Klasik Dönem) Osmanlı Devletinde Sosyal Güvenlik” Adlı Makalesi, e-Akademi İnternet Dergisi, Mayıs 2002, sayı 3, parg 65-76; Gözübenli Beşir,"Türk Hukuk Tarihinde Vakıf Mallarının Faizli İşletmesi Hakkında Tahlili Bir Değerlendirme" Adlı Tebliği, XI Vakıf Haftası Kitabı, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Gün 5-6 Aralık 1994, s. 51.
[98] Kazıcı Ziya, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, Marifet Yayınları, İstanbul 1985, s. 169; Tabakoğlu, a.g.m, s. 50; Kaya Mehmet, "Fatih Vakıfların Sosyal Yönü" Adlı Makalesi, Din Öğretimi Dergisi, MEBY, sa. 6. Eylül 1988, s. 111; Akgündüz, a.g.e, s. 42- 230-231.
[99] Kozak, a.g.e, s. 47; İslâm’ın, yardımlaşma ve dayanışma ile ilgili emir ve prensiplerinden doğan vakıf sistemi, asırlarca insanlığa hizmet etmiş, dini sosyal bir müessesedir. Başkalarına yardım etmek gibi ulvi bir düşüncenin mahsulü olan bu müessesenin temeli, Kur'ân ve sünnete dayanmaktadır. Bununla beraber bu müessesenin gelişmesine en çok tesir eden Hz. Peygamber’den nakledilen bir hadistir. Bu hadisi şerifte belirtildiğine göre "sadakayı cariye" (devamlı sadaka) sahibi, ölümden sonra da amel defterinin hayır hanesi açık kalan ve sevabı devam eden üç kişiden biri kabul edilen hadistir. Buhari, Tevhid 50; Müslim, zikir 23; Taf bkz Kazıcı, a.g.e, s. 7.
[100] Gözübenli, " Vakıf", s. 51-55.
[101] Taf bkz. Aydın, THT, s. 273 ; Kozak, a.g.e, s. 20.
[102]Berki Ali Himmet, "Hukukî ve İçtimai Bakımından Vakıf", Vakıflar Dergisi, Ankara 1962, s. 11; Kozak, a.g.e, s. 14-31-32; Vakıflar, asırlar boyu uygulamalar izlendiğinde, yolda parasız kalmış kimselere yardım etmek, fakir kızlara çeyiz hazırlamak, fakir, dul ve yetim kimseleri kollamak, esirlerin kurtuluşuna, deniz havasına muhtaç olup mâli imkanı olmayanlara bir müddet denizden istifadesini mümkün kılmak, vb. bir çok alanda sosyal güvenlik hizmeti vermişlerdir. Bkz. Bardakoğlu, "Vakıf ", İİİGYA, IV, s. 437 vd.
[103] Ülken Hilmi Ziya, "Vakıf Sistemi ve Türk Şehirciliği", Vakıflar Dergisi, Ankara 1971, IX, s. 13-37; Kozak, a.g.e, s. 33-34; Kazıcı, a.g.e, s. 88.
[104] Mevsili, a.g.e, III, s. 43.
[105] Kozak, a.g.e, s. 43; Aydın, THT, s. 285.
[106]Bkz. SSK, geçici 20. Md. Taf bkz. Gönencan Zahit,."Sosyal Sigorta Sandıkları Vakıflarının Kuruluşu" adlı tebliği, XI. Vakıf Haftası Kitabı, VGM Yayınları, Ankara 1994, s. 105-108.
[107]Bkz. Pakalın, a.g.e, I, s.112; Şeker Mehmet, İslâm'da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, DİBY, Ankara 1984, s. 128; Ülken, IX, s. 16-17; Musleh-Ud-Din, a.g.e, s.161.
[108] Taf. bkz. Şen, a.g.m, parg 73-75.
[109] Taf bkz. İpşirli Mehmet, "Avârız Vakfı", DVİA, IV, s. 109.
[110]Başar Haşmet, "Türkiye’deki İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları Alanında Yapılan Çalışmaların ve bu Konuda Uluslararası Çalışma Örgütü ile İlişkilerin Genel bir Değerlendirilmesi", Adlı Makalesi, Bursa Ü. İktisadi ve Sosyal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Temmuz 1982, s. 245; Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Âhilik, TTKY, Ankara 1989, s. 151; aynı müellifin, “Osmanlı İmparatorluğunda Ribâ ve Fâiz Konusu, Para Vakıfları ve Bankacılık”, Adlı Makalesi, Vakıflar Dergisi, IX, s. 40.
[111]Bkz. Gözübenli, "Vakıf", s. 51-70-71.Taf bkz. Çizakça Murat, Risk Sermayesi Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi, İstanbul 1993, s. 67 vd. Düzdağ M. Ertuğrul, Şeyhulislâm Ebu Suud Efendi Fetvaları, Enderun Kitebevi, Sual 300, s. 76; Özcan Tahsun, “Para Vakıflarıyla İlgili Önemli Bir Belge” Adlı Makalesi, İslâmi Araştırmalar Dergisi, Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı Yayınları, III, sa. 2, Temmuz-Aralık, İstanbul 1999, s. 107-112; Hâmidi M, İslâm Ahlâkı, Hakikat Yayınları, İstanbul 1996, s. 529 ; Akgündüz, a.g.e, s. 226; Bayındır, "Osmanlılarda Nazari ve Tatbiki Olarak Fâiz" Adlı Tebliği, İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensar Yayınları, İlmi Tartışmalar Dizisi (III) İstanbul 1992, s. 325-339; Para vakıfları konusunda araştırma yapan Çizakça'ya göre, Osmanlıda para vakıflarının fonksiyonları günümüz banka sistemine geçişte zemin hazırlamıştır. Çiller Tansu, Çizakça Murat, Türk Finans Kesiminde Sorunlar ve Reform Önerileri, İstanbul Sanayi Odası Yayınları, İstanbul 1989, s. 3-6.; Çizakça, İş Ortaklıkları Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, s. 171vd
[112] Bkz. İpşirli, "Avârız Vakfı", IV, s. 109.
[113]Çağatay Neşet, Bir Türk Kurumu Olan Âhilik, 1-250; Solak Fahri,"Âhilik" Adlı Makalesi, İktisat ve Din, İz Yayınları, İstanbul 1994, s. 69;Tabakoğlu Ahmet, İktisat Tarihi, İz Yayıncılık, İstanbul 1986, s. 163-414; Tuncay, a.g.e, s. 11-12; Okur Rıza Ali - Güzel Ali, Sosyal Güvenlik Hukuku, 5. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul 1996, s. 27; Akgündüz, a.g.e, s. 230-231; Şen, a.g.m, parg 30-45.
[114]Çağatay Neşet, Bir Türk Kurumu Olan Âhilik, 1-250; Düri Abdülaziz, İslâm İktisat Tarihine Giriş, (Çev: Sabri Osman), İstanbul 1991, s. 192; Tabakoğlu, İktisat Tarihi, s. 163-414; Tuncay, a.g.e, s. 11-12; Okur - Güzel, a.g.e, s. 27; Akgündüz, a.g.e, s. 230-231; Zerka, a.g.e, s. 21; Şen, a.g.m, parg 48.
[115] Berki Himmet Ali, Hukuk Tarihinden İslâm Hukuku, DİBY, Ankara 1955, s. 54.
[116] Tabakoğlu, İktisat Tarihi, s. 163. Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Âhilik, s. 1- 43-48.
[117] Tabakoğlu, İktisat Tarihi, s. 163.; Yazıcı Nesimi, "Lonca Sisteminin İşsizlik Sigortasıyla İlgisi Üzerine Bazı Düşünceler" Adlı Tebliği, Ankara İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XXXV, Ankara 1996, s. 155-162.
[118]Nitekim Çağatay, “Anadolu’da ve Osmanlı İmparatorluğunda Türklerle meskun yerlerde her esnafın bir yardım sandığı vardı. Buna "Esnaf Vakfı", "Esnaf Sandığı" ve daha önceleri "Esnaf Kasesi" derlerdi. Bu sandık esnafın bağışları ile çıraklıktan kalfalığa ve kalfalıktan ustalığa yükselenler için ustaları tarafından verilen paralardan ve haftada veya ayda bir, esnaftan mâli gücüne göre toplanan paylardan birikirdi. Esnaf sandığında biriken bu paralar %1 fâizle, ihtiyacı olana ve sanat veya ticâretini genişletmek isteyen esnafa borç (kredi) verilir ve fâizlerden biriken para da hayır işlerine sarf edilirdi. Bu muamele Selçuklu devrinden beri sürüp gelmektedir. Fatih Sultan Mehmet çok sayıda altın parayı fâizi yeniçerililerin ihtiyaçlarına sarf edilmek üzere vakfetmişti. O zamanlar buna "muameleyi şer’iyye" denen bir metotla uygularlardı ve halk bu muameleyi haklı olarak "hile-i şer’iyye"derlerdi. Hilenin şer’iyesi olmaz." diyor. Bkz. Çağatay, Başlangıçtan Abbasilere Kadar İslâm Tarihi, s. 479-482; Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Âhilik, s. 135.
[119] Başar Haşmet, a.g.e, s. 245 Öztuna Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, XI, Ötüken Yayınevi, İstanbul, s. 387.
[120]Yeni evlenecek gençleri evlendirme, kışlık yakacağı temin edilmemiş dul, yetim, kocası askerde olan, kimsesiz yoksul kadınlara, ihtiyaçlarını tedarik ederlerdi. Yoksul kimsesizlere yardım yaparlardı. Tarım işlerinde de birbirleriyle yardımlaşarak sosyal hayatı paylaşırlardı. Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Âhilik, s. 135.
[121]Bu sandık esnafın bağışları ile çıraklıktan kalfalığa ve kalfalıktan ustalığa yükselenler için ustaları tarafından verilen paralardan ve haftada veya ayda bir esnaftan mâli gücüne göre toplanan paylardan birikirdi. Fatih Sultan Mehmet çok sayıda altın parayı fâizi yeniçerilerin ihtiyaçlarına sarf edilmek üzere vakfetmiş olduğu söylenmektedir. Taf bkz. Çağatay, Başlangıçtan Abbasilere Kadar İslâm Tarihi, s. 479-482; Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Âhilik, s. 135.
[122] Kozak, a.g.e, s. 59-114.
[123]Bkz. BK. 306 Md; Feyzioglu Necmeddin, Borçlar Hukuku, (Akdin Muhtelif Nevileri, Özel Borç İlişkileri), İ.Ü.Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1978, I, s. 720; Bilge, BHÖ, s. 167.
[124]Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, Feza Yayınları, İstanbul trs, II, s. 822; III, s. 1601; Bakara, 2/245, 380; Mâide, 5/12; Hadid, 57/11-18; Teğâbun, 64/17; Müzzemmil, 73/20; "Allah’a karz-ı hasen verin" emrinin "zekat verin" emrinden sonra atıfla zikredilmesi hem zekata yakın bir öneme haiz olduğunu hem de zekattan tamamen ayrı bir mükellefiyet olduğunu gösterir. Borç isteyen mutlaka ihtiyacından ötürü istemiş olacağından, karz-ı-hasen sadaka vermekten daha sevap sayılmaktadır. (İbn Mâce, Sadakât 19) Karz-ı-hasen şahıslara bizzat borç olarak verilebileceği gibi, devletin yardım müesseseleri kanalıyla da düzenlenebilir. (Bakara 2/280) Borçlu dar durumda ise, imkân buluncaya kadar beklenilmesini, yerine göre borcun tamamen bağışlanmasının daha hayırlı olacağı bildirilmiştir. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) "Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah’da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah’ta o sebeple onu kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıbını örterse Allah’da onu kıyamet gününde ayıbını örter." buyurmuşlardır. Buhâri, Mezâlim 3; Müslim Birr 58; Ebu Davut, Edep 4; Tirmizi , Hudud 3.
[125] Taf bkz. Gözübenli, İslâm Borçlar Hukukunda Karz Akdi ve Fâiz, Erzurum 1988, s. 21.
[126] Çağrıcı Mustafa, "Karz", İİİGYA, II. s. 536 vd.
[127]Yeniçeri,"İslâm’da Kredi Kaynakları ve Veriliş Biçimi" Adlı Tebliği, İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensar Yayınları, İlmi Tartışmalar Dizisi (III) İstanbul 1992. s. 239-251; Ural İbrahim, " Ortaçağ İslâm Dünyasında Bankacılık Türü İşlemler ve Finans Meseleleri" Adlı Tebliği, İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Ensar Yayınları, İlmi Tartışmalar Dizisi (III) İstanbul 1992, s. 298; Kısa vâdeli küçük kredilerin daha düzenli ve fâizsiz olarak temini için "yardımlaşma sandıkları" kurulabilir. Ancak İslâm kültür ve medeniyetinde uzun vâdeli krediler için kâr-zarar ortaklığı esası benimsenmiştir. Zira karşılıklı yarar olmaksızın, insanların birbirine yardımcı olmaları süreklilik arz etmez. Özellikle kredi hacmi büyüdükçe bunu karzı-hasen ölçüleri içerisinde çözmek mümkün olmaz. Bkz. Döndüren,Ticâret İlmihâli, s. 408; Nitekim Sebahattin Zaim, "İslâm-İnsan Ekonomi" adlı eserinde, İslâmî ahlâk prensiplerine göre, karz-ı hasen müessesesinin kâr gayeli bir müessese olmayıp, bir hizmet müessesesi olduğunu söylemekle, tıpkı günümüzdeki kooperatif ortaklıklarında olduğu gibi hizmet gördüğünü ifade etmektedir. Bu hizmeti, çeşitli sanat ve esnaf gurupları, hayır kurumları ve belediyeler oluşturacakları sandıklarla organize edebileceğini, devletin bu işi düzenleyebileceğini ifade ettikten sonra, ikraz müessesesi gibi, sigorta müessesesinin de aynı prensibe göre kurulabileceğini, dolayısıyla kooperatif usullu sigortacılığın geliştirebileceğini söylemektedir. Zira gelir için ödünç vermek değil, hayır için ödünç vermek gerekir. Zaim Sebahattin, İslâm-İnsan Ekonomi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1995, s. 37.
[128] "Fidye, bir şeyin yerine geçerli olmak üzere verilen bedel demektir." Yazır, a.g.e, I, 631.
[129] Bakara, 2/184.
[130] Buhârî, Savm 31; Taf. bkz heyet, İlmihal, II, s. 15.
[131] Mâide, 5/89
[132] Mâide, 5/ 95; Bakara 2/196
[133] Cahiliye döneminde bir erkeğin karısına “artık sen bana anamın sırtı gibisin” demesiyle onun kendisine haram kılındığına inanılır ve bu bir nevi boşama sayılırdı. Taf bkz. Heyet, ilmihal, II, s. 17.
[134] Mücâdele 58/2-4.
[135] Bkz. Armağan, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, DİBY, Ankara 1992, s. 186 vd.
[136]Attar, a.g.e, s. 73-75; Ulvan, a.g.e, s. 45-61; Kardâvi, İslâm’da Helal Ve Haram, s. 393-394; Beşer, İslâm’da Sosyal Güvenlik, s.180; Abdülaziz Hammad, a.g.e, s. 96.
[137]Bkz. Ebul Gudde Abdüssettar, "Müzakere Raporları", 1. Uluslararası İslâm Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi, Şirket ve Yönetimi Finans ve Borsa, Zekat, Fâiz Sigorta, Tebliğler, Müzakereler, Sonuç Bildirileri, Kombad Yayınları, Konya 1997, s. 977-981; Kardâvi, Fıkhu’z-Zekat, II. s. 880; Şeker, a.g.e, s. 91.
[138] Suyuti, a.g.e, II, s. 135; et-Terğib ve't-Terhib, III, s. 358.
[139] Taf bkz. Vâfî Ali Abdülvâhid, Hukuku’l-İnsan fi’l-İslâm, Kahire 1989, s. 78.