|
|
|
Makaleler / Articles / Aufsätze / Articles |
|
|
|
|
|
|
|
|
Anayasalar, siyasal iktidarın kişi hak ve hürriyetleri lehine sınırlandırılması düşüncesinin modern dönemle birlikte yazılı hale gelmiş biçimini ifade etmektedir. Anayasacılığın temel felsefesi, kişinin hak ve özgürlüklerinin korunması için siyasal iktidarın hareket alanının önceden belirlenmesidir. Bu husus 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin 16’ncı maddesinde “ İnsan haklarının sağlanmadığı ve kuvvetler ayrılığının belirlenmediği toplumlar asla anayasaya sahip değildirler” şeklinde ifade edilmiştir. Bu anlamda bireyin hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması, anayasacılık felsefesi açısından, bir anayasanın temel varlık gerekçesini oluşturmaktadır.
1787 Amerikan anayasası ile başlayarak günümüzde hemen tüm devletlerin bir yazılı anayasaya sahip oldukları görülmektedir. Ancak zamanla kimi anayasalarca kişinin hak ve özgürlüklerinin korunması ikinci plana atılarak, siyasal iktidarın kurgulanmasının öncelik halini aldığı da bir gerçektir. Bu anlayışa sahip anayasalarda hedef siyasal iktidarı kişi hak ve özgürlükleri ile sınırlandırmaktan çok toplum için hedefler koymaktır. Bu görünümleri, anayasayı aynı zamanda siyasal organlara hâkim olan temel değerlerin ifadesi konumuna da sokmaktadır.
Bu noktada “bir anayasa neleri içermelidir”? Sorusu akla gelmektedir. Wheare’a göre “ilke olarak anayasayı hukuksal belge olarak gören ve bu nedenle de pratikte yalnızca hukuk kurallarına yer veren ve bunun dışında hiçbir şeye yer vermeyen görüşle, anayasayı bir çeşit manifesto, bir iman ikrarı, ülkülerin ifadesi ve (…) ülkenin buyruğu gibi gören görüş birbirinden kesinlikle farklıdır”.
Görüldüğü üzere anayasa yapım süreci, anayasanın kişi hak ve özgürlüklerini garanti altına almak veyahut toplumu bir ideoloji çerçevesinde şekillendirmek amacıyla siyasal iktidarı kurgulamak noktasında bir anlayış tarzı hakkındaki tercihi de içermektedir. Anayasa koyucuların bu tercihi kimi anayasalarda bulunan “başlangıç” metinlerinden de açıkça okunmaktadır.
|
|
|
Yazan
: Cengiz Arıkan
|
|
|
Bu yazı dergimizin 119. sayisinda (OCAK 2012) yayinlanmis olup. Simdiye kadar 1542
kez okunmustur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bir davanın kazanılması veya kaybedilmesi, kural olarak, iddia edilen olayların ispatlanıp ispatlanılamadığına bağlı olduğundan; ispat, yargılama hukuklarının (daha özelde de medenî usûl hukukunun) en merkezi kavramlarından birisi olmuş; aynı zamanda tarih boyunca da en tartışmalı konuların başında gelmiştir.
Tıbbi müdahaleden kaynaklanan tazminat davalarında da, mahkeme, nihayetinde derdest dosyada iddia edilen olayın gerçekleştiğine ya da gerçekleşmediğine yönelik bir tespit faaliyeti icra etmektedir. Mahkemenin kararı ise; gerçekte, iddia edilen olayın geçmişte yaşandığına dair hâkimde oluşan kanaatin açıklanmasıdır. Hiç şüphesiz, tıbbi müdahaleden kaynaklanan tazminat davalarında da, hakimin mutlak gerçekliğe ulaşması yolundaki güçlükler, pratik yaşam koşullarına uygun, uygulanabilir bir kesinlik derecesine ulaşma çabaları ve bunun sınırlarının kestirilememesi, hâkimin karar verme anındaki en temel aşması gereken güçlüklerden birisini oluşturmaktadır.
İspat hukukuna yönelik kavramlar ile bu kavramların çerçevesi, maddi hukuk normları tarafından tanınan hakların yerine getirilmesinde büyük öneme sahiptir. Tıbbi müdahaleden kaynaklanan tazminat davalarında ispat ölçüsü, ispat yükü, delillerin gösterilmesi, hâkimin delilleri değerlendirmesi, ispat araçları, ispatın kolaylaştırılması gibi kavramların içeriklerinin somutlaştırılması, hâkimin karar vermesinde ve kararını gerekçelendirmesinde karşılaştığı en büyük sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Tıbbi müdahaleden kaynaklanan tazminat davalarında somut olayın (vakıaların) kim tarafından ispat edileceği (ispat yükü kuralları) her ne kadar maddi hukuk kuralları tarafından tespit edilse de; olayın gerçekten gerçekleşmiş olup olmadığının tespitine yönelik kurallar usûl hukukunun en temel uğraş alanını oluşturmaktadır. Hâkim, iddia edilen somut olayın gerçek halini anlama, kavrama, ortaya çıkarma çabaları ile olayın gerçekliğine yönelik belirli bir kanaate ulaşmaya çalışır. Bu gerçeğe ulaşma çabaları adım adım belirli aşamaları içerir. Hâkim, en genel manada, ispat araçlarının gerçekliğini tespit eder; somut olaya ilişkin (ilk bakışta) bilinen görünümlerinin altlamasını yapar; vereceği kararı mantık süzgecinden geçirir; tıbbi müdahale nedeniyle iddia edilen olaylarla tespit edilen olayların uyumluluklarını karşılaştırır ve sonuçta bir kanaate ulaşır. Ulaşılan kanaat, iddia edilen olayların ispatlanamadığına yönelik olabileceği gibi, aksi yönde de olabilir. Aksi yönde olması durumunda, ispat yükü kuralları devreye girer ve norm kuramı gereği ispatsızlığın riskine ispat yükünü taşıyan taraf katlanır. İspat yükü ise ileride açıklanacağı üzere , tıbbi müdahalenin bir haksız fiil niteliği taşıyıp taşımadığı ya da tıbbi müdahalenin bir sözleşme çerçevesinde yapılıp yapılmadığı gibi maddi hukuk unsurlarına göre belirlenir. Ancak, ispat yükü kuralı gereği, gerçekte tıbbi müdahaleden zarar görmüş, bu nedenle hakka sahip olmakla birlikte, ispat güçlükleri nedeniyle iddiasını ispatlayamayan tarafın hak kayıplarına uğrayabileceği ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Zira özellikle doğal bilimlerde, teknikte yaşanan gelişmelerin tahmin edilemeyen yeni zararlı sonuçları (hâlihazırda veya ileriki dönemlerde) ortaya çıkarma ihtimali, bilinen hususlardır. Bu tarz ispat güçlüklerini içeren olayların ispatında yaşanan güçlükler, kanun koyuculara ispatı kolaylaştıran özel düzenlemeler yapma yönünde yeni görevler yüklemektedir. Yargı organları da, yasal düzenlemenin bulunmadığı durumlarda, ispat yükünün yer değiştirmesi veya ilk görünüş ispatı gibi ispatı kolaylaştıran araçlardan yararlanma yoluna gitmektedirler.
|
|
|
Yazan
: Ahmet Başözen
|
|
|
Bu yazı dergimizin 119. sayisinda (OCAK 2012) yayinlanmis olup. Simdiye kadar 2397
kez okunmustur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu makalede, Will Kymlicka’nın modern siyaset ve hukuk dünyasının son on beş yılına damgasını vuran, çok-kültürlü vatandaşlık doktrini diğer adıyla liberal azınlık hakları teorisi olarak bilinen yaklaşımı; Ayelet Shachar, Bhikhu Parekh ve Seyla Benhabib gibi siyaset bilimci ve hukukçu akademisyenlerin yaptıkları eleştiriler çerçevesinde incelenmiştir.
Çalışmanın, giriş bölümünde modern liberal demokrasilerde azınlık haklarının korunmasının önemine değinilmiştir. Ardından, Will Kymlicka’nın liberal azınlık hakları teorisinin dini azınlıkları korumada başarılı olmasının mümkün olup olmadığı sorgulanmıştır. Ayelet Shachar ve Beraber Yönetim başlığı altında, Shachar’ın Will Kymlicka’nın teorisine dini azınlıkları korumada başarılı olamayacağı noktasında ileri sürdüğü iddiaları incelenmiştir. Devamındaki bölümde ise, Bhikhu Parekh ve Yeniden Çok-kültürlülüğü düşünmek başlığı altında, Parekh’in, Kymlicka’nın liberal azınlık hakları model teorisine özellikle göçmenler konusundaki önerilerine karşı yaptığı eleştiriler ele alınmıştır. Sonraki, Seyla Benhabib ve Kültürün Talepleri bölümünde, Benhabib’in Kymlicka’nın modeline kadın-erkek eşitliği noktasından feminist görüş bakışıyla yönelttiği eleştirilere yer verilmiştir. Makalenin son kısmında ise, laiklik kapsamında dini özgürlüğün anlamı da ele alınmıştır.
Sonuç olarak, Kymlicka’nın çok-kültürlü vatandaşlık, azınlık hakları teorisinin, etnik ve dil azınlıklarını korumada başarı sağlayabileceği, fakat dini azınlıkları koruma noktasında zayıf kaldığı sonucuna ulaşılmıştır.
|
|
|
Yazan
: Fatih Öztürk
|
|
|
Bu yazı dergimizin 119. sayisinda (OCAK 2012) yayinlanmis olup. Simdiye kadar 1503
kez okunmustur.
|
|
|
|
|
|
Bulunan Sayfa(lar) :
1/ 2/ 3/ 4/ 5/ 6/ 7/ 8/ 9/ 10/ 11/ 12/ 13/ 14/ 15/ 16/ 17/ 18/ 19/ 20/ 21/ 22/ 23/ 24/ 25/ 26/ 27/ 28/ 29/ 30/ 31/ 32/ 33/ 34/ 35/ 36/ 37/ 38/ 39/ 40/ 41/ 42/ 43/ 44/ 45/ 46/ 47/ 48/ 49/ 50/ 51/ 52/ 53/ 54/ 55/
|
|
|